25 Aralık 2015 Cuma

BÜYÜDÜK


Ben Böyle Veda Etmeliyim.” İsmail Cem’in, hastalığının son aylarında, Can Dündar ile yaptığı uzun söyleşide; anı, görüş ve düşüncelerinin toplandığı kitabın adı bu. Çocukluğunu soruyor Can Dündar İsmail Cem’e ilk olarak. Aldığı yanıt; “Çocukluk, mutluluk demek.”
Ben ve Ayvalık’taki yaşıtlarım, sorulsa aynı cevabı verebileceğimiz bir çocukluk yaşadık. Hiçbirimiz çok varlıklı ailelerin çocukları değildik ama mahallemiz, komşularımız, arkadaşlarımız... güneşimiz, denizimiz, toprağımız... bahçemiz, meyvemiz, sebzemiz... sağlığımız, neşemiz, oyunlarımız... kısacası her şeyimiz vardı. Dokuz tane düz taş bulmak ve üst üste koymak, iki takıma ayrılarak o taşları devirmeye çalışmak tüm öğleden sonramızı ‘dokuz taş’ ya da anlamını bilmediğimiz halde o şekilde adlandırdığımız ‘dalila’ oyunu ile geçirmemize yeterdi. ‘Esir almaca’ oyunu için oyuncağa gerek yoktu ki, mahalleli çocukların bir araya gelmesi yeterdi. Dayanışmanın, yardımlaşmanın, ekip çalışmasının ilk tohumlarının o oyunlarda atıldığını fark etmiyorduk o zamanlar elbette. ‘Taş taş üstüne’ için iki tane büyük, ‘kız oyunu’ diye küçümsediğimiz ama gizliden hepimizin oynadığı ‘beş taş’ için beş tane küçük taş saatlerce oyalardı bizi. ‘Saklambaç’ta ne gizli köşeler, ne bodrum katları, ne dam altları keşfettik. Paramız olduğunda birkaç kuruşa kıyıp aldığımız ve her birini elmas damlaları gibi gözümüzden sakındığımız tek oyuncağımız herhalde ‘bilye’ idi. ‘Kafakarış’ın kurallarını biz koyar, biz bozardık. Ablalarımızın, ağabeylerimizin gençliklerinde bir ara moda olan ‘Hoolahoop’ çemberini bile, bahçe hortumunun ucundan kesip kıvırarak kendimiz yapardık.
Birkaç yıl önce ‘asrın icadı’ diye köpürtülüp sonunda altından çıka çıka tek ayakla yürütülen ‘tornetin’ çıktığı oyuncağı biz Ayvalıklı çocuklar elli yıl önce yapmıştık. Telden yapılma, ucu kanca gibi kıvrılmış bir dirgen ve çemberin peşinde, hayali otomobilleri sürerek ve çocuk gırtlaklarımızdan garip motor sesleri çıkararak koştururduk. Kimi zaman bahçedeki iki tahtanın birbirine çakılarak yapıldığı ‘kılıç’larımızla Errol Flynn gibi korsan olurduk, kimi zaman kargıdan atlarımıza atlayıp oyunda yer almayı kabul eden mahallenin kızlarını kötü adamlardan kurtaran Tyrone Power gibi kovboy. Rahmetli Nihat (Ezer) amcamızın bodrumunda, Fazıl (Baskın) ağabeyin iki mum, bir tülbent, kendi elleriyle kesip biçtiği, yapıştırdığı kahramanlarla ‘Karagöz-Hacivat’ oynatırken, bu geleneksel seyirlik oyunun gelmiş geçmiş en büyük üstadı olan Hayali Küçük Ali’nin sesini taklit etmeye çalışmasını kahkahalarla izlerdik. Hiçbirimiz zengin aile çocukları değildik. Ama belki de en büyük zenginliğimiz, o yaşlarda adını koyamıyor olsak da, en küçük bir olanaktan bile bir oyun, bir eğlence yaratmayı bilen ‘hayal gücümüz’dü. 
Öte yandan hepimizin ortak bir arkadaşı daha vardı. Neredeyse doğduğumuz andan itibaren kokusuyla, dokusuyla benimsediğimiz, sevdamızın hiç tükenmediği engiiiin bir dost: Deniz! Günümüzün neredeyse 6-7 saati bu dostumuzun kollarında geçerdi. Nasıl her yaz geldiğinde evlerde hummalı bir faaliyet başlar, kışlıklar naftalinlenip kaldırılır, yazlıklar çıkarılır, kış yorgunu yün yataklar gezici ‘pamuk atıcılar’ tarafından havalandırılır, ‘atılır’sa, bizim mahallenin çocuklarının da ritüel halini almış bir ‘yaz hazırlığı’ olurdu.
Biz; özellikle son onlu yıllarda birçok ithal kavram gibi hayatımıza giren otomatik, 30-40 metreye uzanan oltaları bilmezdik. Oyuncaklarımızın çoğunu olduğu gibi av aletlerimizi de kendimiz yapardık. Yaz başında ilk iş olarak; izini kaybettiklerimi sevgiyle andığım, bazılarıyla ise hayatın içinde derinleşen dostluklarımızı hala sürdürdüğüm; Bülent (Şentay), Dinçer (Demirli), Salih (Ezer), Sabri (İskit), Sinan (Akıncı) ve bendenizden oluşan mahallenin bıçkınları (!) Sarımsaklı’ya kadar yürürdük. Çünkü en iyi kargılar, bugünkü şehir görünümünden çok uzak olan o günlerin Sarımsaklı’sında, yol kenarlarında kendiliğinden biterdi. Üçer beşer keser ve peşimizden sürükleyerek mahalleye dönerdik. O kargılar özenle temizlenirdi. Sonra Ayvalık halinde, çeşmenin hemen karşısında daracık bir yer işgal eden balıkçılık malzemeleri dükkanından (hemen yanında Ayvalık’ın efsanevi kasaplarından olan Zaro Hasan’ın dükkanı vardı), çeşit çeşit olta iğnesi, misina, küçük kurşunlar alınır ve ya bizim, ya da Bülentlerin bahçesinde toplu olarak çalışıp kargıların hazırlığını bitirirdik. Artık geriye, bir yaz boyu her gün 41 Evler otobüs durağının hemen arkasındaki Üç Kayalar’da, Kapri’ye doğru uzanan kayalıklarda ya da Çamlığa doğru belimize kadar girdiğimiz suda geçirilecek saatler kalırdı. Akşam üzeri, sanki fethedilmiş ülkelerden dönerken açılan sancaklar gibi misinamıza dizdiğimiz ısparoz, sarpa, arada bir karagözden oluşan gündelik hasılatla mahalleye girerdik. Bizi en yürekten karşılayan topluluk, yine ve ne güzel ki, çocukluğumuzun ayrılmaz bir başka parçası olan mahallenin kedileri olurdu.
Gün içinde karnımız acıktığında çözümümüz, küçük bir ateş üzerine atılan bir teneke parçasında pişirdiğimiz, bütün sahil boyunca bizi bekleyen, elimizi atıp topladığımız midyeler, özene bezene temizlediğimiz kara dikenler (çok ileride, bunun isminin deniz kestanesi olduğunu öğrenmiş bir türlü ısınamamıştım, benim için kara diken hala kendini çok iyi anlatan bir isim) olurdu. Kaçınılmaz olarak, ‘yaramazdık’. Rahmetli Ali beyin şimdi yerinde Ülgen apartmanının olduğu, göz alabildiğine uzanan bakla tarlası, rahmetli Mehmet Süner’in inanılmaz çeşitlilikteki meyve bahçesi, Çadır Pansiyon’un önünde, deniz kenarında büyüyen iğde ağaçları kendilerine çok çektirdiğimiz, çekim merkezlerimizdi.
Galiba çocukluğun en güzel yanlarından biri, o dönemi yaşarken ismini koyamasak da, ‘sorumsuzluk’ ve bunun getirdiği, İsmail Cem’in bir cümlecikle özetlediği ‘mutluluk’tu. Ve bu mutluluğun kaynağı, o yıllarda, Ayvalık’ta büyümekti. Sonra... Sonrası yazının başlığında. 

22 Eylül 2015 Salı

ESKİDEN...


Üniversiteye gitmek üzere Ayvalık’ımdan ve baba evimden ayrılmakla başlayan yolculuğum, her insanın yaşam sürecinde olduğu gibi, onlarca şehir ve mekan, yüzlerce kişi, binlerce olayı peşinden sürükleyerek ya da onlarla birlikte sürüklenerek 35 yıl sonra İstanbul’un Kadıköy ilçesinin; coğrafyasıyla, insan dokusuyla ve sosyal yapısıyla Ayvalık’a çok benzeyen Moda semtinde son molasını verdi.
Komşuluğun hala var olduğu bir semttir Moda. Esnaf, üç gün görmese merak ve endişeyle “Abi epeydir yoktun, hayırdır kötü bir şey yok ya?” diye sorar. Aşure ayına girildiğinde hala kapı kapı dolaşılıp evde yapılan aşure konu-komşuya dağıtılır. Gelinler sokaktan davul-zurna eşliğinde, hayır dualarıyla yüklü bir mahalle şenliğiyle yeni hayatlarına uğurlanır. Bitişik düzen apartmanların pencerelerinden insanlar birbirine “günaydın” diye seslenip hal-hatır sorar. İnanması zor gelebilir ama sabahları serçe, kumru, iskete, güvercin seslerinin, kargaların arada bir ‘ne oluyor orada’ ciddiyetiyle bağırmalarının ve martıların biteviye oynak ve hoppa çığlıklarının karıştığı bir cümbüşe uyanırsınız. Kıyıda köşede, çocukluğumun Ayvalık’ında bıraktığım -ve belki birçoğu artık kasabamızda bile var olmayan- mesleklerin varlıklarını sürdürdüğünü görürsünüz.
Herşeyden önce; bir ‘sahaflar cenneti’dir burası. Sahaf demek, geçmişin, insanlık ve kültür mirasının belleği demektir. Küçük, köhne, sıkış tepiş dükkanlara girdiğinizde önce hafif bir küf ve rutubet kokusu karşılar sizi. Sadece sahafın bildiği karmakarışık bir düzenle sıralanmış, yığılmış binlerce kitabın tozudur duyduğunuz. Yıllar boyu kim bilir hangi ellerin dokunduğu, hangi gözlerin üzerinde gezindiği, yazanı ve okuyanıyla, her birinin; yaşanmış ya da yaşanamamış aşkları, acıları, sevinçleri, huzurları, kavgaları, yıkım ya da başarılarıyla kendi hikayesinin yükünü taşıdığı kitaplardan oluşan bir anılar mabedidir burası. Birden 40 yıl önce okuduğunuz ve sizde bıraktığı izin peşinde izini yitirdiğiniz bir kitapla karşılaşırsınız bir köşede. Gözleriniz dolar. Belki -ve büyük bir olasılıkla- tekrar okusanız aynı tutkuyu hissetmeyeceksinizdir. Çünkü o da 40 yıl geride kalmıştır, ‘eski’dir, bilirsiniz ama önemli olan kavuşmaktır. Eski bile olsa hala vardır ya, yeter.
Zaten benim yaşımda olan kişiler, çoğu zaman sohbetlerine
-karşısındakileri sıkma pahasına- “Eskiden...” diyerek başlarlar. “Eskiden macuncular vardı, kunduracılar vardı, yorgancılar, bileyiciler, kalaycılar, kolonyacılar, bahçıvanlar, pamuk atıcılar vardı...” Evet eskiden, Ayvalık’ta da,
50 yıl sonrasının İstanbul’unun, şimdi yaşadığım küçük ‘kasabasında da’ bu ve benzeri onlarca esnaf vardı. Ve bunların hepsi sadece esnaf değil, eşimiz, dostumuz, akrabamız, isimleri meslekleriyle anılan insanlardı. Örneğin
bugünkü Atarabacılar Meydanı’nın karşısında, fırının olduğu yerde bir kalaycımız vardı. İlkokul arkadaşım Erdal’ın babası Kalaycı Sami. Önce alüminyum, sonra emaye, çelik ve teflonla mertlikleri bozulmadan önce tencerelerimizi tavalarımızı Kalaycı Sami’ye götürür, pırıl pırıl alırdık. Şimdi artık yok. Yine aynı meydanda bisiklet ve motorsiklet kiralayan bir bisikletçi vardı. Sahip olmaya gücümüzün yetmediği bu çocukluk ve gençlik heveslerimizin yola çıkış noktasıydı. Şimdi artık yok. Macaron mahallesinde yine çocukluk arkadaşım Taksici Suat’ın babası Kunduracı Hüsnü vardı. Her an parlamaya hazır tabiatı hemen ardından gök gürültüsü gibi bir kahkahaya dönüşen, 50 yıl önce ortopedik çizme bile yapma becerisine sahip, kelimenin tam anlamıyla bir ‘usta’ idi. Şimdi artık yok. Avcılık ve Atıcılık Kulübü’nün hemen karşı köşesinde bir leblebicimiz vardı. Günün moda deyişiyle ‘kuru yemişçi’ değildi o. ‘Leblebici’ydi. Akşam üzeri İstiklal İlkokulu’ndan çıkıp eve dönerken, dükkandan dışarıya yayılan o; diş kırsa da tadına doyulmaz, Ayvalık dışında hiçbir yerde görmediğim, tatmadığım, lezzeti kokusunda gizli Girit Leblebisi’nin kavurma rayihası çağırırdı bizi. Şimdi artık yok. Sabahın erkeninde pazardan yüklediği sebze ve meyveleri, Ayvalık’tan Çamlığa kadar, artık emektar atının bile ezbere bildiği bir güzergahı izleyerek mahalle mahalle gezip satan, bütün yol boyunca her mahalledeki her evin hanımının ismini ezbere bilen, nabza göre şerbeti tam kararında veren bir Bahçıvan Ahmet efendimiz vardı. “41 Evler’in gülü geldi” diye bağırırdı bizim mahalleye girdiğinde. Şimdi artık yok.
Kısacası dostlar; memuruyla, esnafıyla, öğretmeniyle... Tüccarı, şoförü, balıkçısı, kahvecisiyle... Gazetecisi, zanaatkarı, doktoru, zabıtası, ustasıyla Ayvalık’ta iz bırakıp geçen daha çoook isim var. ‘Ayda bir’ de olsa ‘Ayvalık’ın bu renkli geçmişini sizlerle paylaşıyoruz, yad ediyoruz, eskiden var olanları yeniden ‘var’ ediyoruz. Çünkü Haldun Taner’in dediği gibi; ‘Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil.’

15 Mart 2015 Pazar

GENÇLİĞİM EYVAH…


“Çanakkale içinde aynalı çarşı
Ana ben gidiyom düşmana karşı
Ah, gençliğim eyvah…”

Eşim ve ben, çocuklarımızı büyütürken her ana-baba gibi; barınma, korunma, beslenme, sağlık, eğitim, kültür-sanat gereksinmelerini karşılamanın yanı sıra onlara temel bazı değerleri de kazandırmaya çalıştık. İnsanları sevmeyi, hayvanları sevmeyi öğretmeye, ilişkilerde saygıyı aşılamaya, ‘doğru’ insan olmanın yollarını göstermeye özen gösterdik. Ama onları hayata hazırlarken başarabildiğimizi sandığım en önemli görevlerden birinin; nasıl bir geçmişten geldiğimizi, bugünümüzün bize hangi akıl almaz fedakarlıklar sonucu armağan edildiğini öğretmek ve unutmamalarını sağlamak olduğuna inanıyorum.

1992 yılıydı. O sırada 13 yaşında olan kızımızı ve 10 yaşındaki oğlumuzu alarak Çanakkale’ye gittik. O  muhteşem abideyi gördüler, belleklerine kazıdılar. Sonra tabya tabya, şehitlik şehitlik hemen her karışını gezdik birlikte. Yoğun bir duygu, sevgi, şükran patlamasının eşlik ettiği yetersiz kelimelerle, dilimin döndüğü kadarıyla anlattım onlara tarihin bu en kanlı, güç dengeleri açısından en orantısız savaşını. Ama asıl öyküyü zaten mezar taşlarının üzerindeki isimler ve tarihler anlatıyordu. O çocuklar; ‘düşmana karşı giderken’ artık genç kalamayacaklarını biliyorlardı. Ya da sonsuza kadar genç kalacaklarını. O kadar ki kızım; “Bazıları benim yaşımdaymış daha…” diye ağlıyordu. Aynı yıl içinde onları bu kez Ankara’ya, Anıtkabir’e götürdük. Çünkü nasıl Çanakkale; tarihin akışını durdurup millete, belki de yüzyıllardır   yitirdiği özgüvenini ilk kez kazandıran ve Milli Mücadele’ye giden yolu açan bir dönüm noktası idiyse, çocuklarımızın (ve bence bütün Türk çocuklarının) o yolda ulusuna rehberlik, önderlik eden büyük komutanı da ders kitaplarında anlatılan yetersiz, masalsı özetlerden sıyrılıp, kendilerinin tanımaları lazımdı. Daha Harp Okulu’nda öğrenciyken ülkesinin ve ulusunun geleceğini planlamaya başlayan, silah ve kader arkadaşlarını seçen, sonraki 12 yıl boyunca Arap çöllerinden Balkanlar’a savaşın bütün yüzlerini görmüş, arada dönemin yıldızı Enver paşanın, tümüyle kişisel zaafından kaynaklanan nedenlerle, aktif görevlere getirilmesine set koymasıyla Sofya Askeri Ataşeliği’nde, bir anlamda kızağa çektirilmiş ama içindeki ‘asker’ ateşinin asla küllenmediği, defalarca ve ısrarla görev istemesi sonucunda genç bir binbaşı olarak Çanakkale savaşının ilk kıvılcımlarının yakıldığı Gelibolu Kolordusu Harekat Şube Müdürlüğü’ne atanmış büyük komutanı, Ata’yı, Atamız’ı hissetmeleri gerekiyordu.

“Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı, kimimiz evil
Ah, gençliğim eyvah…”

Kimisi nişanlı, kimisi evil olan bu çocuklar dağılan bir imparatorluğu ayakta tutabilme uğruna yıllardır sayısız cephede verilen savaşların yorgunu idiler. Yetersiz levazımla, kısıtlı mühimmatla, eskimiş, çağ dışı silahlarla, korunmasız giysilerle, bir kap çorba ve bir avuç bulgurla… Ama en kötüsü; ordunun üst kademelerindeki bazı makamların sınırsız hırs, yanlış stratejiler ve plansız hamleleriyle bugüne gelinmişti. Kanal’da tam bir fiyasko yaşanmış, Sarıkamış’ta doksan bin askerimiz, bir kurşun bile atamadan soğuğa teslim olup şehit olmuş, Balkanlar’da daha düne kadar İmparatorluğun eyaletleri olan devletler birer birer elden gitmiş ve elimizde kalan anavatan toprağı, dönemin en güçlü devletlerinin oluşturduğu ve kendi aralarında paylaşılma planlarının bile antlaşmalarla kayıt altına alındığı Birleşik Güçler’in işgal tehdidi altına girmişti. Devlet kapitülasyonların çarkları arasında eziliyordu. Hazinede, bırakın düzenli bir ordunun giderlerini sağlamayı, üke yönetiminin en temel gereksinmelerini karşılayacak bir kaynak bile yoktu. Saray; hayatın her alanında olduğu gibi ordunun her kademesinde de Almanya’ya teslimiyet içindeydi, kurtarıcı olarak onlar görülüyordu. Oysa niyet çok açıktı. Hizmet süreci içinde 19. Tümen Komutanlığı’na atanan Mustafa Kemal, görev yerine gitmek üzere Genel Kurmay’dan çıkarken eski dostu, silah arkadaşı ve sonraki yıllarda kader yoldaşı olacak olan İsmet beye rastladı. Onun Genel Kurmay’daki amiri de bir Alman subayı idi. Dertleştiler. İsmet bey; “Amirim olan Alman’a ‘Zaferden sonraki kazancınız ne olacak?’ diye sordum. Çok net bir şekilde ‘Türkiye’ diye cevap verdi.” dedi.  Mustafa Kemal’in bakışları gölgelendi. “Bir büyük devletin kulu olmadan yaşayamayacağımızı sanacak hale getirilmişiz. Bu anlayışı sürdürmek onursuzluk, gurursuzluk, gaflet ve hatta düpedüz ihanettir. Neyse şimdi bize düşen; vatan için elimizden geleni yapmaktır. Allah yardımcımız olsun.” dedi. Bu kararlılığın altında yıllar sonra İstanbul’daki yabancı savaş gemilerine bakıp söyleyeceği; “Geldikleri gibi gidecekler.” azminin ilk kıvılcımları parlıyordu.

İmparatorluk, ülke, vatan… çöküyordu ve bu çöküşe giden yolun kapısı Çanakkale Boğazı’ndan geçiyordu. O kilit açılırsa elde ne vatan kalacaktı, ne toprak. Ordunun kumanda kademelerinde son derece iyi yetişmiş, vatanperver, askerini tanıyan, stratejide uzman, yürekli komutanlar olmasına karşın, Saray ve dönemin Genel Kurmay’ı tamamen kişisel nedenlerle ordunun üst yönetimini Alman subaylara emanet ediyordu. Hayatında savaş görmemiş, bir birlik yönetmemiş Liman von Sanders mareşal rütbesiyle Ordular Genel Müfettişliği’ne ve 1. Ordu Komutanlığı’na getiriliyor, bütün ordu ve kolordu komutanlıklarına yine savaş deneyimi olmayan ama Alman olmalarının yettiğine inanılan komutanlar atanıyordu.

Ve 19 Şubat 1915 günü sabah 06:30’da kilidi açmak üzere 12 savaş gemisinden oluşan bir filo Boğaz’a girdi. 09:50’de tabyalara açılan ilk ateşle birlikte müttefiklerin birkaç gün içinde biteceğine inandıkları Çanakkale Savaşı resmen başladı. Bitmedi. En kilit noktalar Kilitbahir ve  Seddülbahir’di. Mustafa Kemal’in, bu noktaları tutan 27. Alay’ın komutanları ile yaptığı konuşmada söylediği sözler sanki. sonrasında bayrağını taşıyacağı Kurtuluş mücadelesine ışık tutar gibiydi: “Unutmayın, devlet yenilse bile bu millet yenilmez.” İlk girişim, bir İngiliz yazarının kendi sözleriyle; “Tam bir fiyasko.” olarak sonuçlandı.

25 Şubat’ta bu kez Queen Elizabeth’in 16.000 metre menzilli dev toplarını da güçlerine katarak bir daha denediler. Üç günün sonunda geride üç zırhlılarının enkazı ile, kara çıkarma denemeleri sonucu kaybettikleri çeşitli ülkelerden devşirilmiş askerlerinin ölülerini bırakarak çekildiler. 1 ve 3 Mart arasında, Birleşik Güçler donanmasıyla tepelerdeki tabyalara konuşlanmış topçu müfrezelerimizin karşılıklı gece gündüz süren çatışması yaşandı. Tam 1200 büyük top mermisi gönderdiler tabyaların üzerine. Düşman Kurmay Başkanı’nın aşırı bir kendine güvenle İngiltere’ye çektiği ; “14 gün sonra İstanbul’dayım.” telgrafının aksine, yine geri çekilmek zorunda kaldılar.
5 ve 6 Mart’ta 6 büyük savaş gemisi ve koruyucu olarak sayısız muhrip ve torpidobotla geldiler. Saatler süren top ateşiyle cennet toprağımızı cehenneme çevirdiler. Sonuçta, iş göremez hale gelen üç büyük zırhlıyı sürükleyerek çekilmek zorunda kaldılar.

Neler oluyordu? Yıllardır her cephede bozguna uğrattıkları ve adeta sorunsuz bir deniz yolculuğuyla ele geçireceklerini sandıkları ama üstün güçlerine karşın her denemelerinde ağır kayıplarla geri çekilmek zorunda kaldıkları bu topraklardaki direnişin arkasında nasıl bir güç yatıyordu. Seddülbahir’e çıkartma yapan kara birliklerinin karşısına dikilen sadece 30 kişilik bir birliğin komutanı Bigalı Mehmet Çavuş’un takımına hitaben söylediği sözleri anlayabilselerdi o gücün kaynağını da öğrenmiş olurlardı: “Bana bakın, üzerinde durduğumuz, ayağımızı bastığımız bu toprak vatanımızdır. Ha anamızın ırzı, ha vatanımızın ırzı. Bu gelenler ırz düşmanları, ona göre ha!”

“Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Ah, gençliğim eyvah…

18 Mart 1915 Perşembe. Şafak vakti. Bozcaada civarında toplanan;’yüzen kale’ de denilen ve toplam 600 top gücüne sahip 18 büyük zırhlı savaş gemisi, çevrelerinde sayısız denizaltı, muhrip, küçük savaş gemisi, torpidobot ve mayın toplama gemilerinden oluşan tarihin en büyük armadası Boğaz girişine yaklaştı. 11:15’te açılan ilk top ateşiyle birlikte tarihe 18 Mart Çanakkale Deniz Savaşı’ olarak geçecek olan akıllara durgunluk verecek savaş başladı. Bir saate yakın süreyle, yüzlerce toptan gelen binlerce mermiyle yaktılar, yıktılar, yaraladılar toprağımızı. Deniz tutuştu, Çanakkale yanmaya başladı, tabyalar yıkıldı, kışlalar kırıldı. Ama toprak ve ateş yağmuru altında sabırla bekliyordu askerler, zırhlıların kendi kısa menzilli toplarının menziline girmelerini bekliyorlardı. İlk salvoda 4 Fransız zırhlısı ağır yara almış, Amiral Gemisi Queen Elizabeth aldığı üç isabetle iş göremez hale gelmişti. Bin İngiliz ve iki Fransız ‘yüzen kale’si; tarihe bir kahramanlık ve savunma stratejisi dersi olarak geçecek olan Nusrat mayın gemisinin bir gece önce sabaha kadar Boğaz’a döşediği mayınlara çarparak battılar. Bir diğer zırhlı, gövdesinde açılan büyük yırtıktan dolayı Bozcaada’da karaya oturdu. Bir İngiliz zırhlısı daha mayına çarparak işlevini yitirdi ve Boğaz’da sürüklenmeye başladı. Ve en uzun süreyle direnen, usta manevralarıyla tabyalardaki topçularımızın bile takdiri toplayan son zırhlı da bir mayına dokunarak batınca sadece 7 saat süren ama birkaç ömüre yetecek savaş BİTTİ. Tarihin bu en büyük Birleşik Deniz Gücü, yarıdan fazlasını yitirdiği donanmasıyla çekildiler, Çanakkale Boğazı’nı terk ettiler.

Haber, uzaktaaan uzağa; yaşananların, kayıpların, fedakarlıkların boyutunu anlamalarına imkan olmayan, zaten süreçten çok sonuca önem veren Saray’a bildirilince şaşkınlıkla karışık bir sevinç dalgası sardı her yanı. Hayatında bir savaş bile yönetmemiş olan Enver paşa; Genel Kurmay Başkanı olarak taşıdığı unvandan dolayı kendisine yöneltilen tebrikleri kabul etmekte hiç bir beis görmüyordu. Ama asıl kıyamet, zafer haberinin kulaktan kulağa yayıldığı İstanbul sokaklarında kopuyordu. Süleymaniye Camisi’nin yaşlı mahyacısı iki minare arasına; o günden sonra neredeyse özdeyişe dönüşecek olan iki kelimelik bir mahya gerdirdi: ‘Çanakkale geçilmez.’

Sevgili okurlar; bir kahramanlık destanını birkaç sayfaya, bir küllerinden doğuş efsanesini sadece istatistiklere sığdırmanın imkanı var mı? Okuduklarımı, bildiklerimi, gezerek gördüklerimi, duygu ve düşüncelerimi anlatmaya kalksam bu değerli derginin hak edilmemiş bir bölümünü işgal etmem gerekir. Çanakkale yılların savaş yorgunu bir ulusun ümmetlikten milletliğe doğru uzanacak hikayesinin başlangıcıdır. Geride 100.000’in üzerinde şehit ve her tabyada, her cephede, her kışlada insanına güvenen, inanan subaylarımızın yönetiminde inanılmaz bir özveriyle kenetlenmiş askerimizin küçüklü büyüklü yüzlerce anısını bırakmış bir yeniden ayağa kalkış öyküsüdür. O anıların her biri yaşanmıştır, her biri değerlidir. Ama Edremitli Seyit’in, topun yuvasına mermi süren vincin bozulması üzerine 275 kiloluk top mermilerini kulaklarından ve burnundan kan gelerek, kemikleri çatırdayarak o kutlu sırtında taşıyıp belki de düşman donanmasının çözülmesinin ilk kıvılcımının ateşlendiği Bouvet zırhlısının batırılmasını sağlaması en unutulmazları arasındadır.

Bir ulus düşünün ki kendisinden kat kat büyük insan ve silah gücünden oluşmuş, kendilerini dünyanın efendileri sanan bir Birleşik Güce karşı dillerinde şu türküyle yürümektedir:
“Annem beni yetiştirdi
Bu ellere yolladı
Al sancağı teslim etti
Allaha ısmarladı.
Sütüm sana helal olmaz
Kurtarmazsan vatanı…”

Bu yıl Çanakkale Zaferi’nin 100. Yıldönümü. Bundan tam yüzyıl önce; analarının yetiştirdiği, o ellere yolladığı, al sancağı teslim ettiği, sütlerinin her damlasını hak ederek vatanı kurtaran o çocuklar bir kere bile ‘Gençliğim eyvah’ diye düşünmeden toprağa düştüler. Tariflere sığmayacak şükran duygularımla rahmet diliyorum.

Dip not: Bir dostumdan dinlediğim bir anıyı da son söz olarak paylaşmak istiyorum. Avusturya’daki bir askeri müzeyi gezerken, özel bir köşede sergilenen Osmanlı ordusunun bir sancağını görmüş. Kahrolarak yanına gidince altında üç dilde yazılmış bir plaka görmüş. Şu yazıyormuş: “Bu; Çanakkale Savaşı sırasında açılan bir sancaktır. Ama sakın ele geçirildiği sanılmasın. Bu sancağın ait olduğu alay, son eri ölene kadar savaşmış ve o son erin elinde yere düşmüştür. Toprağa karışmaması ve kaybolmaması için saygı gereği olarak alınmış ve muhafaza edilmektedir.”

Kaynakça:
Turgut Özakman        : Diriliş Çanakkale 1915
Çeşitli internet araştırma ve kaynakları.

10 Kasım 2014 Pazartesi

KUTUP YILDIZI-2...

Vizyonu neredeyse sınır tanımaz Ata’nın. Örneğin, kelimenin tam anlamıyla ‘kırk-dökük’ bir ulusu beden eğitimine yönlendirmek bir kapris değil, ihtiyaçtır onun gözünde. Atatürk’ün; ulusunun eğitim seferberliğinin yanı sıra beden sağlığına verdiği önem, duyup tekrarlayageldiğimiz ‘Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.’ özdeyişinde tarifini bulur. 1938’de Fransa’da yayımlanan L’Auto dergisi Atatürk’ü; ‘Dünyada ilk defa beden eğitimini zorunlu kılan devlet adamı.’ olarak tanıtır. Gazi Koşusu, Türk futbolunda Gençler Ligi, Beden Eğitimi Yüksek Okulu, Bisiklet Takımı, Su Sporları, Türk Kuşu, Gençlik ve Spor Bayramı… Ata’nın spora katkılarının sadece satır başlarıdır.

Kurtuluş Savaşı galibiyeti bir sonuç değil, bir başlangıçtır. Ve ah… daha yapılacak o kadar çok şey vardır ki.

Onun için ve kendi sözleriyle; “Ağaçsız toprak vatan değildir!”
Nuri Conker tarafından; bakımsız, çorak, hastalıklı, sarı, sadece bakmanın bile insanı bedbin ettiği, büyük kısmı bataklık, sıtma kaynağı, akbabaların yuva yaptığı, ısırgan otunun bile bitmeyeceği bir toprak olarak rapor edildi. Atatürk; “Ben zor olanı yapayım da siz arkamdan kolay olanı nasıl olsa devam ettirirsiniz.” diyerek 20.000 dönümlük bu umutsuz araziyi kendi parasıyla satın aldı. Ve 5 Mayıs 1925 tarihinde bir Hıdırellez günü Atatürk Orman Çiftiği’nin temeli atıldı. İlk iş olarak (bir cümlede ifade etmek ne kadar kolay oluyor) bataklık kurutuldu. Sekiz yıl içinde 3 milyon ağaç dikildi. Kısa süre sonra sebzeler yetişmiş, buğdaylar baş vermiş, tarlalar yeşermiş, bağlar ilk üzümlerini vermiş, yoğurt ve peynir üretimi başlamış, envai tür meyve fidanı dikilmiş, gelenler akasya ve Ata’nın en sevdiği ağaç olan Söğüt gölgesinde oturur, çocuklar Karadeniz adı verilen havuzda cıvıltılar içinde yıkanır olmuşlar, bir bira fabrikası ve halkın ferah ferah oturup biralarını yudumlayacağı bir bira parkı kurulmuş, süt, malt, buz, soda-gazoz, yoğurt-peynir-ayran, şarap, deri, ziraat aletleri ve demir fabrikaları işletmeye açılmış ama nedense, Atatürk’ün, döneminin ve dünyanın bu en güçlü liderinin aklına yoktan var ettiği bu çevre mucizesinin bir yerlerine bir Başkanlık Sarayı yaptırmak gelmemiştir. Tam aksine; hastalığının son günlerinde başucunda oturan Afet İnan’a, toprağına olan özlemini ancak büyük insanlarda rastlanabilecek bir tevazuyla; “Gidelim Afet. Bir orman kenarına gidelim, her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda yeter. Evet hemen gidelim ormanlara, hele ben bir iyileşeyim de…” sözleriyle dile getirmiştir.

Atatürk; içinden yetiştiği Osmanlı disiplini ve yönetim anlayışına için için her zaman direnmiş, mevki, makam hatta hayatını kaybetme pahasına monarşiyle asla uzlaşamamış bir kişiliktir, adeta doğuştan cumhuriyetçidir ve tarihimiz boyunca bu topraklarda kurulan Türk devlet ve toplulukları içinde cumhuriyet kavramının önüne ilk kez ‘Türkiye’ ismini koymuş bir önderdir. 
Hayatında Türkiye'ye ayak basmamış, ülkemiz ve insanımızla doğrudan bir bağı olmayan ABD'li Psikiyatri Profesörü Arnold LUDWIG, KING of the MOUNTAIN (Dağın Kralı) adını verdiği kitabında yer alan ‘şimdiye kadar yapılmış en geniş kapsamlı ve anlaşılabilir politik liderlik araştırması’ bölümünde, 20. yüzyılda tüm dünyada ülke yönetmiş, Abdülhamid'den
Kaddafi'ye, Mao'dan Roosevelt'e, De Gaulle'den Nehru'ya, Churchill'den
Hitler'e, Mussolini'den Mandela'ya, Stalin'den Nasır'a ve Arafat'a, 2000 kadar lider hakkındaki 18 yıllık araştırmasının sonucunda, 377 kişiden oluşan bir belli başlı devlet adamı/lider listesi oluşturmuş ve onlara 200 kadar değişik kıstasa göre, 1'den 31'e kadar puan vermiştir.

 Sadece tek bir lider; 31 tam puan ve ‘vizyoner’ sıfatıyla, 20. yüzyılın gelmiş geçmiş en büyük devlet adamı/lideri unvanına layık görülmüştür. Ne kutlu bir ulusmuşuz ki o da bize nasip olmuştur.

1934 yılında, Çanakkale Şehitleri anısına yapılacak bir anıtın temel atma  töreni için, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya görevlendirilmişti. Hareketinden bir gün önce, Çankaya’ da akşam yemeğindeydiler. Atatürk sordu:

“Yarın sen gidiyorsun Çanakkale’ye Şükrü Bey, öyle değil mi?
“Evet Paşam!”
“Orada nasıl bir konuşma yapacaksın?”
Şükrü Bey şaşırmıştı. Kendini toparladı:
Paşam” dedi, “Yahya Çavuşları, Seyit Onbaşıları, Arıburnu’nu, Conkbayırı’nı, Anafartaları anlatacağım…’Ben size ölmeyi emrediyorum…’ dediğiniz Kemal Yeri’nden konuşacağım, 250 bin şehit, yaralı sakat verdiğimiz, Mehmetçiğin o muhteşem zaferini anlatacağım, sizi anlatacağım!”
Sofrada soluk kesilmişti. Gözleri buğulanmış, belli ki o günlere gidilivermişti:
“Hayır, çocuk hayır.” dedi. “O günler çok gerilerde kaldı. Siz sofraya devam edin!”.
Sonra sofradan kalktı, kütüphaneye gitti, bir saat sonra, elinde bir metinle döndü. Bu metindeki satırlar, bugün Şili’den Montreal’e, Havana’dan Budapeşte’ye kadar birçok ülkedeki Atatürk anıtlarının kaidelerine olduğu gibi tüm dünya analarının yüreklerine de kazındı: 
“Bu memleketin toprakları üzerinde canlarını veren kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sessizlik içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen anneler, gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim de evlatlarımız olmuşlardır.”

İşte bu da; ‘insan’ Atatürk’tür.

Kaynakça:
• Nutuk ATATÜRK
• Akl-ı Kemal (4 Cilt) Sinan Meydan
• 1923-2023 Cumhuriyet’in İlk Yüzyılı İlber Ortaylı
• Çeşitli internet Araştırma ve Kaynakları

KUTUP YILDIZI-1...

Güneşi bir cam fanusa, fırtınayı bir kibrit kutusuna, boranı bir su bardağına, okyanusları iki çakmak mavi göze, sadece 57 yıllık bir ömürde gerçekleştirdiklerini, hakkında ulusal ve uluslararası fikir ve düşün adamlarının yazdığı yüzlerce kitap, binlerce inceleme, tez ve makaleyi, kendisinin okuduğu kanıtlarıyla bilinen 3997 kitaptan aldıklarını ve askerlikten sosyal yaşama, matematikten tarihe kendi yazdığı kitaplar aracılığıyla bize verdiklerini şu yetersiz yazıya nasıl sığdırayım? Ne kadar çabalasam kendimi yetersiz hissedeceğim. Ne söylesem bir eksik kalacak. O yüzden bu yazıda Atatürk’ün kronolojik yaşam öyküsünü sizlere bir kez daha aktarmak yerine kendimce; bir ulus, bir dönem ve bir liderin karınca kararınca portresini çizmeye çalışacak, satır başlarıyla da olsa asker, gazi, devlet adamı, öğretmen, devrimci, demokrat, teorisyen, mürşit, önder, bani… insan Atatürk’le birlikte yürümeye çalışacağım. Tabii adımlarım yettiğince. 

Her şeyden önce Atatürk; 20. yüzyılın en etkili asker ve komutanlarından biridir. 1911-1922 yılları arasında hiç aralıksız 11 yıl savaşmış, bir askeri strateji dehası olarak 1911’de Trablusgarp’ta, 1914-18 arasında I. Dünya Savaşı’nda Balkan, Çanakkale, Kafkasya, Sina ve Filistin’de ve 1919-1922 arasında Kurtuluş Savaşı’nda I. İnönü, Sakarya, Büyük Taarruz Başkomutanlık Meydan Muharabesi’nde, hiç bir cephede yenilmeyen tek Türk komutanı olarak tarihe geçmiştir. Elbette çok değerli komutanların güveni, desteği ve işbirliğiyle… Ama Kurtuluş Savaşı’nın en çetin günlerinde Kazım Karabekir Paşa bile; ”Şimdilik Ege ve İstanbul havalisini bırakalım. Doğu ve Orta Anadolu’yu kurtaralım.” derken Akdeniz’i hedef göstermek bir inanmışlık, bir strateji, bir öngörü… kısacası bir deha ürünüdür. Atatürk Türkiye Mareşali’dir. Büyük Mareşal’dir çünkü günü geldiğinde; askerlikte hak edilerek kazanılabilecek bu en büyük rütbeden soyunup, ömrünü verdiği, kurduğu, yönettiği, savaşlar kazandığı ordudan istifa edip sivil hayata geçmesini bilmiştir. Büyük Mareşal’dir çünkü Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nden sonra TBMM’nin kendisine ikinci kez layık gördüğü Mereşallik rütbesini; “Onun hakkıdır.” diyerek reddetmiş ve Fevzi Çakmak’a tevdi edilmesini sağlamıştır.

Doğumumuzdan itibaren içinde yaşadığımız, nimetlerinden yararlandığımız bazı oluşumları; geçmişi ve ne koşullarda gerçekleştirildikleri üzerine pek de kafa yormadan alır, kabul ederiz. Ama. Düşünün… 1. Dünya Savaşı’ndan 1,5 milyon kayıpla çıkmış, orduları dağıtılmış, ağır silahları elinden alınmış, tünelleri, demiryolları, tersaneleri yer altı ve yer üstü zenginlikleri, telgraf hatları ele geçirilmiş, elindeki son toprakları da emperyalistlerce işgal edilen, kapitülasyonlar altında ezilen, sanayileşmemiş, aşiret ve tarikat kıskacında, aydınlanmamış, yıkık ve perişan bir ülkenin önce bağımsızlığına kavuşturulması sonra çağdaş bir ülke haline getirilmesi ne demektir. Atatürk; içinde bizlerin de yer aldığı gelecek kuşaklara; hiç abartısız, önce bir vatan  hazırlamış sonra bizi bir millet haline getirmiştir. Dünyanın hiç bir döneminde ve hiç bir coğrafyasında bir millet için bu kadar çok şey yapan bir lider daha yoktur.
Düşünün; 1923 yılı itibariyle nüfusun yüzde 80’i kırsal bölgede yaşıyor. 40.000 köyün 37.000’inde okul, yol, posta, elektrik, dükkan yok. Bu 40.000 köyde yaşayan 11 milyon insanın sadece yüzde ikisi okur-yazar. Büyük bir kısmı kışın çamur olduğu için kullanılamayan karayolu uzunluğu 2.200 kilometre. Demiryolunun bir metresi bile bizim değil. Bütün Türkiye’de sadece 337 doktor var, toplam eczacı sayısı 60, ebe sayısı 136. Evlerin % 97’sinde tuvalet yok. Bu ve yetersiz beslenme ile bakımsızlık halkın büyük kısmının sıtma, tifüs, verem, trahom gibi hastalıklardan kırılmasına neden oluyor. Bebek ölüm oranı % 60’ı aşıyor. Telefon, makine, motor, radyo yok. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan sadece 4 fabrika var, üstelik biri de fes fabrikası. İktisatçı yok, mühendis yok. Bütün ülkedeki ortaokul sayısı 72, lise sayısı 23. Tek bir üniversitemiz var. Darülfünün. O da yüksek medrese düzeyinde eğitim veriyor. Akıl ve bilim çoktan unutulmuş. Bakınız; 1729 yılından 1830 yılına kadarki 100 yıl içinde Türkiye’de basılan toplam kitap sayısı 180. Doğuda aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni hüküm sürüyor. Kültür eserleri kaçırılmış, kaçırılmaya devam ediliyor. Hukuk düzeni, yargı düzeni, anayasal düzen, takvim, saat, ölçüler, kılık kıyafet çağ dışı.

Ayrıntılardaki fecaati daha da sıralayabileceğim, ama bu kadarının bile yettiğine inandığım bu koşullarda gerçekleştirilen şeyler mucize değildir de nedir? Üstelik Cumhuriyet mucizesi hayata geçirilirken Atatürk ilk on yılda rahat da bırakılmamıştır. Bir büyük isyan (Şeyh Sait isyanı), bitmez tükenmez yöresel çatışmalar, iki kısmi seferberlik, Hatay ve Boğazlar sorunu ve bir dünya krizi yaşanmıştır. Ve bütün bu sürecin atlatılmasının altındaki temel kavram, yıllardır söylenegelen ama derinliğini yitirdiğimizi sandığım ‘Yurtta sulh, cihanda sulh.’ gibi, o gün için yepyeni, bir anlayıştır. Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’ne; ancak davet edildikten sonra girmiştir. 15 yıl gibi inanılmaz ölçüde kısa bir süre içinde % 10 kalkınma hızı, % 20 sanayileşme yakalanmış, son onlu yıllarda sonradan görme bir mirasyedi savurganlığıyla tepe tepe harcanan fabrikalar, demiryolları, sanayi kuruluşları, bankalar kurulmuştur. Halkevleri, öğretmen okulları, köy enstitüleri, yüksek okullar ve üniversiteler ile aydınlanmanın bir diğer mücadelesi de eğitimde verilmiştir. Onurunu adından alan, bir ‘Cumhuriyet Kuşağı’ yetişmiş ve bu kuşağın insanları için öncelik listelerinin başında ne kendileri, ne aileleri, ne mevki, ne ikbal… her zaman vatan yer almıştır.

Atatürk’ün ’nun çağdaş Türkiye ülküsünün merkezinde her şeyden önce çağdaş eğitim vardır. O kadar ki; Kurtuluş Savaşı’nın en zor dönemecinde, Batı Cephesi’nde Yunan saldırısının yeniden başladığı 15-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında Ankara’da Maarif Kongresi’ni toplamıştır. İki hafta sürmesi planlanan bu kongre, Yunanlılar’ın Polatlı’ya kadar yaklaşmaları nedeniyle bir haftada tamamlanmıştır. Bir Mareşal, yani bir asker düşünün ki ordunun tahsisatını ve bütçesini kısarak eğitim ve sağlık hizmetlerine aktarıyor.
Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir.” diyor yakın çağ tarihini belki de baştan yapan önder ve ekliyor; ”Yazan, yapana sadık kalmazsa gerçek, başka bir mahiyet alır.” Ve Türk Tarih Kurumu’nu kurduruyor. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni, Türk Dil Kurumu’nu, İstanbul’da Edebiyat Fakültesi’ni kurduruyor.
Herhangi bir yerini bir metre kazsanız insanlık tarihinin geriye doğru 5000 yıllık geçmişine tanıklık edebilecek buluntuların çıktığı bu topraklarda; ilk Türk Arkeologu olarak bilinen Osman Hamdi beyin çalışma ve çabaları O’nun desteği ve yol göstermesiyle sürdürülüyor. Dönemi için bir tabu sayılabilecek din konusuna bile akılcı ve eleştirel yaklaşıyor ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasına ön ayak oluyor, o kadarla da kalınmıyor, 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nda, Darülfünun bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi kurulması karar altına alınıyor.

Atatürk’ün söylediği, planladığı ve yaptığı hiç bir şey sıradan vaatler ya da kendisini yüceltmeye yönelik uygulamalar değildir. Onun son nefesine kadar yüceltmeye çalıştığı tek oluşum Türk Milleti’dir. Örneğin Muasır Medeniyetler Seviyesi ya da Çağdaş Uygarlık düzeyi söylemi, uğruna büyük adımların atılması, büyük mücadelelerin verilmesi gereken bir hedeftir. Bir ulusu, 600 yıl boyunca kemikleşmiş alışkanlıklarından kopararak çağdaş dünyanın kullanıyor olduğu alfabe, takvim, ölçü, saate uydurmak, bir taraftan gündelik değişiklikleri hayata geçirirken diğer yandan Medeni Kanun, Ceza Kanunu, İş Kanunu, Borçlar Kanunu, Hıfzıssıha Kanunu gibi köklü yasaları tesis etmek… hiç de kolay değildir.
Atatürk’ün her zaman geleceğe bakan vizyonu; ülkenin temel ihtiyacının sanayileşme olduğunun da çok iyi farkındadır ve geleceğin, fabrikaların üzerine inşa edileceğini görmektedir. Bütün mali ve teknik imkansızlıklara ve yetişmiş eleman yokluğuna karşın sadece onun sağlığında, kurulmasına önayak olduğu ve ulusuna armağan ettiği sanayi tesislerini kısaca hatırlamak bile Ulu Önder’in bize nasıl bir gelecek hazırladığının göstergesi olacaktır. Üstelik bütün bunların, savaş yorgunu bir ülkede gerçekleştiriliyor olduğu da unutulmamalıdır.
Gölcük'te ilk tersane ünitesi, Eskişehir’de demiryolu malzemesi üretecek birimler, Adana Mensucat Fabrikası, Eskişehir Uçak Bakım İşletmesi, Alpullu şeker fabrikası, İstanbul'da, inşaat demiri üreten haddehane, Kayseri Uçak ve Motor Fabrikası, Bakırköy Çimento Fabrikası, Uşak Şeker Fabrikası, Bünyan Dokuma Fabrikası, Bursa Dokumacılık Fabrikası, Ankara Çimento Fabrikası, İstanbul Bomonti'de Türk Mensucat Fabrikası, Malatya Elektrik Santralı, Gaziantep Mensucat Fabrikası, Ayancık Kereste Fabrikası, Trabzon Vizera Hidroelektrik Santralı, Paşabahçe Rakı ve İspirto Fabrikası, Mecidiyeköy Likör ve Kanyak Fabrikası, Diyarbakır Tekel Rakı Fabrikası, Eskişehir Şeker Fabrikası, Keçiborlu Kükürt Fabrikası, Turhal Şeker Fabrikası, Isparta Gülyağı Fabrikası, Sümerbank Bakırköy Bez Fabrikası, Bursa Süttozu Fabrikası, Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası, Zonguldak Türk Antrasit Fabrikası, Sümerbank Kayseri Dokuma Fabrikası, Ankara Mamak'ta Gaz Maskesi Fabrikası, Ankara Çubuk Barajı, Sümerbank Malatya İplik ve Bez Fabrikası, İzmit Kağıt ve Karton Fabrikası, Elazığ Şark Kromları İşletmesi, Sümerbank Konya Ereğlisi Dokuma Fabrikası, Ankara'da ilk Bira Fabrikası, Urfa'da Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği, Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası, Yozgat Termo-Elektrik Santralı, Gemlik Suni İpek Fabrikası, Bursa Merinos Fabrikası, Eskişehir İspirto Fabrikası…
Bu yatırımlar yapılırken ülke ihtiyaçları göz önünde tutularak yurt sathına ne kadar homojen ve dengeli bir dağıtıma özen gösterildiğinin de dikkatlerinizden kaçmadığından eminim.

Tabii bütün bunlar Atatürk ve yoldaşı olan kadrolar kadar, o lidere ve yönetime, kısacası Türkiye Cumhuriyeti’ne inanmış bir nesilin adanmışlığı ile gerçekleştirilmiştir. Elde olan neredeyse bir avuç idealist doktor yıllarca Anadolu’yu hiç bir karşılık beklemeden dolaşmış, yorgun ve yıpranmış halkımızın başına bela olan sıtma, verem, tifüs, frengi, cüzzam, trahom gibi hastalıklarla mücadele etmiştir. Bu sözcüğü bu sunum sırasında çok kullandım, biliyorum ve daha da kullanacağım. Ama yapılanları hayal etmesi bile zor, o yüzden… Düşünün… O kaç-göç ortamında 1926 yılında Manisa ve Elazığ’da ruh ve sinir hastalıkları hastaneleri bile açılmıştır.

Hayatın bambaşka veçheleri de bu büyük önderin, ulusu için gerçekleştirdiği ihtiyaç sıralamasındaki yerini almıştır hiç kuşkusuz. Halkına sanatı, sanatçıyı, tarihi, kültürü, sporu sevdirmeyi, yaşamlarına katmayı da bir görev bilmiştir. O günün koşullarında fantezi gibi geliyor ama; yetenekli gençlerin devlet tarafından teşviki ile Avrupa’da eğitim almaları sağlanmış, Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun, Çallı İbrahim gibi değerler kazanmıştır bu topraklar. 1937’de Türkiye’nin ilk resim galerisini, Resim ve Heykel müzesini bizzat açmıştır. İlk konservatuvarın, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın Şehir Tiyatroları’nın kurulmasına ön ayak olmuştur. İnanılması zor bir vizyondur bu. Ve bu vizyon çerçevesine giren atılımların hepsi; gerçekçi, ayaklarının üzerinde duran, günümüzde  amacından çok saptırılmış bir deyişle, kelimenin tam anlamıyla ‘çılgın’ ‘projeler’dir. Ve hiç kuşkusuz bunların en çılgını; o koşullarda hiç bir komutanın, hiç bir liderin kalkışmayı düşünemeyeceği Kurtuluş Savaşı’dır. Her biri tarihimizde bir çağ dönümü sayılabilecek adımlara bir bakın. 1920 TBMM’nin açılışı. 1922 Saltanat’ın kaldırılması. 1923 Cumhuriyetin ilanı. 1924 Halifeliğin kaldırılması…

Atatürk yüzünü daima Batı’ya dönmekle birlikte, tarihinden, geçmişinden, dininden, geleneklerinden asla kopmamış hatta ulusunun uygarlık merdivenine tırmanışında o değerleri her zaman rehber almıştır. Türk kadınının; Uygur Türkleri’nden bu yana her zaman aile, toplum ve devlet yönetimindeki saygın yerinin Osmanlı’nın son dönemlerinde gasp edildiğinin bilinciyle yeniden tesisini sağlamıştır. Bu bir anlamda Türk Kadını’nın iade-i itibarıdır. Tabii bunları hayata geçirmek kadar; bilmek de önemlidir. İşte Atatürk; bilgiye olan açlığıyla, ömrü boyunca, hatta cephede bile okumuş, incelemiş, öğrenmiş, danışmış, uygulamıştır. Dil ve tarih tezleri geliştirmiş, bizzat tarih inceleme ve çalışmaları yapmış, lise tarih kitaplarının bazı bölümlerini ve ‘Vatandaş İçin Medeni Bilgiler’ adlı kıtabı yazmış, kökenlerini inceleyerek, çok sayıda yeni sözcük türetmiş, Arapça matematik ve geometri terimlerini Türkçeleştirmiş ve bu amaçla bir geometri kitabı yazmış, bazı gramer kurallarını belirlemiş, yeni Türk alfabesinin harflerini ve kullanımını Anadolu’yu baştan başa gezerek, kara tahtada bizzat göstermiş, öğretmiştir.

(Sürecek…)