Güneşi bir cam fanusa, fırtınayı bir kibrit kutusuna, boranı bir su
bardağına, okyanusları iki çakmak mavi göze, sadece 57 yıllık bir ömürde
gerçekleştirdiklerini, hakkında ulusal ve uluslararası fikir ve düşün
adamlarının yazdığı yüzlerce kitap, binlerce inceleme, tez ve makaleyi,
kendisinin okuduğu kanıtlarıyla bilinen 3997 kitaptan aldıklarını ve
askerlikten sosyal yaşama, matematikten tarihe kendi yazdığı kitaplar
aracılığıyla bize verdiklerini şu yetersiz yazıya nasıl sığdırayım? Ne kadar
çabalasam kendimi yetersiz hissedeceğim. Ne söylesem bir eksik kalacak. O
yüzden bu yazıda Atatürk’ün kronolojik yaşam
öyküsünü sizlere bir kez daha aktarmak yerine kendimce; bir ulus, bir dönem ve
bir liderin karınca kararınca portresini çizmeye çalışacak, satır başlarıyla da
olsa asker, gazi, devlet adamı, öğretmen, devrimci, demokrat, teorisyen,
mürşit, önder, bani… insan Atatürk’le
birlikte yürümeye çalışacağım. Tabii adımlarım yettiğince.
Her şeyden önce
Atatürk; 20. yüzyılın en etkili asker ve komutanlarından biridir. 1911-1922
yılları arasında hiç aralıksız 11 yıl savaşmış, bir askeri strateji dehası
olarak 1911’de Trablusgarp’ta, 1914-18 arasında I. Dünya Savaşı’nda Balkan,
Çanakkale, Kafkasya, Sina ve Filistin’de ve 1919-1922 arasında Kurtuluş
Savaşı’nda I. İnönü, Sakarya, Büyük Taarruz Başkomutanlık Meydan
Muharabesi’nde, hiç bir cephede yenilmeyen tek Türk komutanı olarak tarihe
geçmiştir. Elbette çok değerli komutanların güveni, desteği ve işbirliğiyle…
Ama Kurtuluş Savaşı’nın en çetin günlerinde Kazım Karabekir Paşa bile; ”Şimdilik Ege ve İstanbul havalisini
bırakalım. Doğu ve Orta Anadolu’yu kurtaralım.” derken Akdeniz’i hedef
göstermek bir inanmışlık, bir strateji, bir öngörü… kısacası bir deha ürünüdür.
Atatürk Türkiye Mareşali’dir. Büyük Mareşal’dir çünkü günü geldiğinde;
askerlikte hak edilerek kazanılabilecek bu en büyük rütbeden soyunup, ömrünü verdiği,
kurduğu, yönettiği, savaşlar kazandığı ordudan istifa edip sivil hayata geçmesini
bilmiştir. Büyük Mareşal’dir çünkü Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nden sonra
TBMM’nin kendisine ikinci kez layık gördüğü Mereşallik rütbesini; “Onun hakkıdır.” diyerek reddetmiş ve
Fevzi Çakmak’a tevdi edilmesini sağlamıştır.
Doğumumuzdan itibaren
içinde yaşadığımız, nimetlerinden yararlandığımız bazı oluşumları; geçmişi ve ne
koşullarda gerçekleştirildikleri üzerine pek de kafa yormadan alır, kabul
ederiz. Ama. Düşünün… 1. Dünya Savaşı’ndan
1,5 milyon kayıpla çıkmış, orduları dağıtılmış, ağır silahları elinden alınmış,
tünelleri, demiryolları, tersaneleri yer altı ve yer üstü zenginlikleri,
telgraf hatları ele geçirilmiş, elindeki son toprakları da emperyalistlerce
işgal edilen, kapitülasyonlar altında ezilen, sanayileşmemiş, aşiret ve tarikat
kıskacında, aydınlanmamış, yıkık ve perişan bir ülkenin önce bağımsızlığına
kavuşturulması sonra çağdaş bir ülke haline getirilmesi ne demektir. Atatürk;
içinde bizlerin de yer aldığı gelecek kuşaklara; hiç abartısız, önce bir vatan hazırlamış sonra bizi bir millet haline
getirmiştir. Dünyanın hiç bir döneminde ve hiç bir coğrafyasında bir millet
için bu kadar çok şey yapan bir lider daha yoktur.
Düşünün; 1923 yılı itibariyle nüfusun yüzde 80’i
kırsal bölgede yaşıyor. 40.000 köyün 37.000’inde okul, yol, posta, elektrik, dükkan
yok. Bu 40.000 köyde yaşayan 11 milyon insanın sadece yüzde ikisi okur-yazar.
Büyük bir kısmı kışın çamur olduğu için kullanılamayan karayolu uzunluğu 2.200
kilometre. Demiryolunun bir metresi bile bizim değil. Bütün Türkiye’de sadece
337 doktor var, toplam eczacı sayısı 60, ebe sayısı 136. Evlerin % 97’sinde
tuvalet yok. Bu ve yetersiz beslenme ile bakımsızlık halkın büyük kısmının
sıtma, tifüs, verem, trahom gibi hastalıklardan kırılmasına neden oluyor. Bebek
ölüm oranı % 60’ı aşıyor. Telefon, makine, motor, radyo yok. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’ndan
kalan sadece 4 fabrika var, üstelik biri de fes fabrikası. İktisatçı yok,
mühendis yok. Bütün ülkedeki ortaokul sayısı 72, lise sayısı 23. Tek bir
üniversitemiz var. Darülfünün. O da yüksek medrese düzeyinde eğitim veriyor.
Akıl ve bilim çoktan unutulmuş. Bakınız; 1729 yılından 1830 yılına kadarki 100
yıl içinde Türkiye’de basılan toplam kitap sayısı 180. Doğuda aşiret, bey,
ağa, şeyh düzeni hüküm sürüyor. Kültür eserleri
kaçırılmış, kaçırılmaya devam ediliyor. Hukuk
düzeni, yargı düzeni, anayasal düzen, takvim, saat, ölçüler, kılık kıyafet çağ
dışı.
Ayrıntılardaki
fecaati daha da sıralayabileceğim, ama bu kadarının bile yettiğine inandığım bu
koşullarda gerçekleştirilen şeyler mucize değildir de nedir? Üstelik Cumhuriyet
mucizesi hayata geçirilirken Atatürk ilk on yılda rahat da bırakılmamıştır. Bir
büyük isyan (Şeyh Sait isyanı), bitmez tükenmez yöresel çatışmalar, iki kısmi
seferberlik, Hatay ve Boğazlar sorunu ve bir dünya krizi yaşanmıştır. Ve bütün
bu sürecin atlatılmasının altındaki temel kavram, yıllardır söylenegelen ama
derinliğini yitirdiğimizi sandığım ‘Yurtta
sulh, cihanda sulh.’ gibi, o gün için yepyeni, bir anlayıştır. Türkiye
Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’ne; ancak davet edildikten sonra girmiştir. 15
yıl gibi inanılmaz ölçüde kısa bir süre içinde % 10 kalkınma hızı, % 20
sanayileşme yakalanmış, son onlu yıllarda sonradan görme bir mirasyedi
savurganlığıyla tepe tepe harcanan fabrikalar, demiryolları, sanayi
kuruluşları, bankalar kurulmuştur. Halkevleri, öğretmen okulları, köy
enstitüleri, yüksek okullar ve üniversiteler ile aydınlanmanın bir diğer mücadelesi
de eğitimde verilmiştir. Onurunu adından alan, bir ‘Cumhuriyet Kuşağı’ yetişmiş
ve bu kuşağın insanları için öncelik listelerinin başında ne kendileri, ne
aileleri, ne mevki, ne ikbal… her zaman vatan yer almıştır.
Atatürk’ün ’nun
çağdaş Türkiye ülküsünün merkezinde her şeyden önce çağdaş eğitim vardır. O
kadar ki; Kurtuluş Savaşı’nın en zor dönemecinde, Batı Cephesi’nde Yunan
saldırısının yeniden başladığı 15-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında Ankara’da
Maarif Kongresi’ni toplamıştır. İki hafta sürmesi planlanan bu kongre, Yunanlılar’ın
Polatlı’ya kadar yaklaşmaları nedeniyle bir haftada tamamlanmıştır. Bir
Mareşal, yani bir asker düşünün ki ordunun tahsisatını ve bütçesini kısarak
eğitim ve sağlık hizmetlerine aktarıyor.
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir.” diyor yakın çağ
tarihini belki de baştan yapan önder ve ekliyor; ”Yazan, yapana sadık kalmazsa gerçek, başka bir mahiyet alır.” Ve
Türk Tarih Kurumu’nu kurduruyor. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni, Türk Dil
Kurumu’nu, İstanbul’da Edebiyat Fakültesi’ni kurduruyor.
Herhangi bir yerini
bir metre kazsanız insanlık tarihinin geriye doğru 5000 yıllık geçmişine
tanıklık edebilecek buluntuların çıktığı bu topraklarda; ilk Türk Arkeologu
olarak bilinen Osman Hamdi beyin çalışma ve çabaları O’nun desteği ve yol
göstermesiyle sürdürülüyor. Dönemi için bir tabu sayılabilecek din konusuna
bile akılcı ve eleştirel yaklaşıyor ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
kurulmasına ön ayak oluyor, o kadarla da kalınmıyor, 1924 tarihli Tevhid-i
Tedrisat Kanunu’nda, Darülfünun bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi kurulması
karar altına alınıyor.
Atatürk’ün söylediği,
planladığı ve yaptığı hiç bir şey sıradan vaatler ya da kendisini yüceltmeye
yönelik uygulamalar değildir. Onun son nefesine kadar yüceltmeye çalıştığı tek
oluşum Türk Milleti’dir. Örneğin Muasır Medeniyetler Seviyesi ya da Çağdaş
Uygarlık düzeyi söylemi, uğruna büyük adımların atılması, büyük mücadelelerin
verilmesi gereken bir hedeftir. Bir ulusu, 600 yıl boyunca kemikleşmiş
alışkanlıklarından kopararak çağdaş dünyanın kullanıyor olduğu alfabe, takvim,
ölçü, saate uydurmak, bir taraftan gündelik değişiklikleri hayata geçirirken diğer
yandan Medeni Kanun, Ceza Kanunu, İş Kanunu, Borçlar Kanunu, Hıfzıssıha Kanunu
gibi köklü yasaları tesis etmek… hiç de kolay değildir.
Atatürk’ün her zaman
geleceğe bakan vizyonu; ülkenin temel ihtiyacının sanayileşme olduğunun da çok
iyi farkındadır ve geleceğin, fabrikaların üzerine inşa edileceğini
görmektedir. Bütün mali ve teknik imkansızlıklara ve yetişmiş eleman yokluğuna
karşın sadece onun sağlığında, kurulmasına önayak olduğu ve ulusuna armağan
ettiği sanayi tesislerini kısaca hatırlamak bile Ulu Önder’in bize nasıl bir
gelecek hazırladığının göstergesi olacaktır. Üstelik bütün bunların, savaş yorgunu bir ülkede
gerçekleştiriliyor olduğu da unutulmamalıdır.
Gölcük'te ilk tersane ünitesi, Eskişehir’de
demiryolu malzemesi üretecek birimler, Adana Mensucat Fabrikası, Eskişehir Uçak
Bakım İşletmesi, Alpullu şeker fabrikası, İstanbul'da, inşaat demiri üreten haddehane,
Kayseri Uçak ve Motor Fabrikası, Bakırköy Çimento Fabrikası, Uşak Şeker
Fabrikası, Bünyan Dokuma Fabrikası, Bursa Dokumacılık Fabrikası, Ankara Çimento
Fabrikası, İstanbul Bomonti'de Türk Mensucat Fabrikası, Malatya Elektrik
Santralı, Gaziantep Mensucat Fabrikası, Ayancık Kereste Fabrikası, Trabzon
Vizera Hidroelektrik Santralı, Paşabahçe Rakı ve İspirto Fabrikası, Mecidiyeköy
Likör ve Kanyak Fabrikası, Diyarbakır Tekel Rakı Fabrikası, Eskişehir Şeker
Fabrikası, Keçiborlu Kükürt Fabrikası, Turhal Şeker Fabrikası, Isparta Gülyağı
Fabrikası, Sümerbank Bakırköy Bez Fabrikası, Bursa Süttozu Fabrikası, Paşabahçe
Şişe ve Cam Fabrikası, Zonguldak Türk Antrasit Fabrikası, Sümerbank Kayseri
Dokuma Fabrikası, Ankara Mamak'ta Gaz Maskesi Fabrikası, Ankara Çubuk Barajı, Sümerbank
Malatya İplik ve Bez Fabrikası, İzmit Kağıt ve Karton Fabrikası, Elazığ Şark
Kromları İşletmesi, Sümerbank Konya Ereğlisi Dokuma Fabrikası, Ankara'da ilk
Bira Fabrikası, Urfa'da Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği, Sümerbank Nazilli
Basma Fabrikası, Yozgat Termo-Elektrik Santralı, Gemlik Suni İpek
Fabrikası, Bursa Merinos Fabrikası, Eskişehir İspirto Fabrikası…
Bu yatırımlar
yapılırken ülke ihtiyaçları göz önünde tutularak yurt sathına ne kadar homojen
ve dengeli bir dağıtıma özen gösterildiğinin de dikkatlerinizden kaçmadığından
eminim.
Tabii bütün bunlar
Atatürk ve yoldaşı olan kadrolar kadar, o lidere ve yönetime, kısacası Türkiye
Cumhuriyeti’ne inanmış bir nesilin adanmışlığı ile gerçekleştirilmiştir. Elde
olan neredeyse bir avuç idealist doktor yıllarca Anadolu’yu hiç bir karşılık
beklemeden dolaşmış, yorgun ve yıpranmış halkımızın başına bela olan sıtma,
verem, tifüs, frengi, cüzzam, trahom gibi hastalıklarla mücadele etmiştir. Bu
sözcüğü bu sunum sırasında çok kullandım, biliyorum ve daha da kullanacağım.
Ama yapılanları hayal etmesi bile zor, o yüzden… Düşünün… O kaç-göç ortamında 1926 yılında Manisa ve Elazığ’da ruh
ve sinir hastalıkları hastaneleri bile açılmıştır.
Hayatın bambaşka veçheleri
de bu büyük önderin, ulusu için gerçekleştirdiği ihtiyaç sıralamasındaki yerini
almıştır hiç kuşkusuz. Halkına sanatı, sanatçıyı, tarihi, kültürü, sporu sevdirmeyi,
yaşamlarına katmayı da bir görev bilmiştir. O günün koşullarında fantezi gibi geliyor
ama; yetenekli gençlerin devlet tarafından teşviki ile Avrupa’da eğitim
almaları sağlanmış, Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun, Çallı
İbrahim gibi değerler kazanmıştır bu topraklar. 1937’de Türkiye’nin ilk resim
galerisini, Resim ve Heykel müzesini bizzat açmıştır. İlk konservatuvarın,
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın Şehir Tiyatroları’nın kurulmasına ön
ayak olmuştur. İnanılması zor bir vizyondur bu. Ve bu vizyon çerçevesine giren
atılımların hepsi; gerçekçi, ayaklarının üzerinde duran, günümüzde amacından çok saptırılmış bir deyişle,
kelimenin tam anlamıyla ‘çılgın’ ‘projeler’dir. Ve hiç kuşkusuz bunların en
çılgını; o koşullarda hiç bir komutanın, hiç bir liderin kalkışmayı
düşünemeyeceği Kurtuluş Savaşı’dır. Her biri tarihimizde bir çağ dönümü
sayılabilecek adımlara bir bakın. 1920 TBMM’nin açılışı. 1922 Saltanat’ın
kaldırılması. 1923 Cumhuriyetin ilanı. 1924 Halifeliğin kaldırılması…
Atatürk yüzünü daima
Batı’ya dönmekle birlikte, tarihinden, geçmişinden, dininden, geleneklerinden
asla kopmamış hatta ulusunun uygarlık merdivenine tırmanışında o değerleri her
zaman rehber almıştır. Türk kadınının; Uygur Türkleri’nden bu yana her zaman
aile, toplum ve devlet yönetimindeki saygın yerinin Osmanlı’nın son
dönemlerinde gasp edildiğinin bilinciyle yeniden tesisini sağlamıştır. Bu bir
anlamda Türk Kadını’nın iade-i itibarıdır. Tabii bunları hayata geçirmek kadar;
bilmek de önemlidir. İşte Atatürk; bilgiye olan açlığıyla, ömrü boyunca, hatta
cephede bile okumuş, incelemiş, öğrenmiş, danışmış, uygulamıştır. Dil ve tarih
tezleri geliştirmiş, bizzat tarih inceleme ve çalışmaları yapmış, lise tarih
kitaplarının bazı bölümlerini ve ‘Vatandaş
İçin Medeni Bilgiler’ adlı kıtabı yazmış, kökenlerini inceleyerek, çok
sayıda yeni sözcük türetmiş, Arapça matematik ve geometri terimlerini Türkçeleştirmiş
ve bu amaçla bir geometri kitabı yazmış, bazı gramer kurallarını belirlemiş,
yeni Türk alfabesinin harflerini ve kullanımını Anadolu’yu baştan başa gezerek,
kara tahtada bizzat göstermiş, öğretmiştir.
(Sürecek…)