10 Kasım 2014 Pazartesi

KUTUP YILDIZI-1...

Güneşi bir cam fanusa, fırtınayı bir kibrit kutusuna, boranı bir su bardağına, okyanusları iki çakmak mavi göze, sadece 57 yıllık bir ömürde gerçekleştirdiklerini, hakkında ulusal ve uluslararası fikir ve düşün adamlarının yazdığı yüzlerce kitap, binlerce inceleme, tez ve makaleyi, kendisinin okuduğu kanıtlarıyla bilinen 3997 kitaptan aldıklarını ve askerlikten sosyal yaşama, matematikten tarihe kendi yazdığı kitaplar aracılığıyla bize verdiklerini şu yetersiz yazıya nasıl sığdırayım? Ne kadar çabalasam kendimi yetersiz hissedeceğim. Ne söylesem bir eksik kalacak. O yüzden bu yazıda Atatürk’ün kronolojik yaşam öyküsünü sizlere bir kez daha aktarmak yerine kendimce; bir ulus, bir dönem ve bir liderin karınca kararınca portresini çizmeye çalışacak, satır başlarıyla da olsa asker, gazi, devlet adamı, öğretmen, devrimci, demokrat, teorisyen, mürşit, önder, bani… insan Atatürk’le birlikte yürümeye çalışacağım. Tabii adımlarım yettiğince. 

Her şeyden önce Atatürk; 20. yüzyılın en etkili asker ve komutanlarından biridir. 1911-1922 yılları arasında hiç aralıksız 11 yıl savaşmış, bir askeri strateji dehası olarak 1911’de Trablusgarp’ta, 1914-18 arasında I. Dünya Savaşı’nda Balkan, Çanakkale, Kafkasya, Sina ve Filistin’de ve 1919-1922 arasında Kurtuluş Savaşı’nda I. İnönü, Sakarya, Büyük Taarruz Başkomutanlık Meydan Muharabesi’nde, hiç bir cephede yenilmeyen tek Türk komutanı olarak tarihe geçmiştir. Elbette çok değerli komutanların güveni, desteği ve işbirliğiyle… Ama Kurtuluş Savaşı’nın en çetin günlerinde Kazım Karabekir Paşa bile; ”Şimdilik Ege ve İstanbul havalisini bırakalım. Doğu ve Orta Anadolu’yu kurtaralım.” derken Akdeniz’i hedef göstermek bir inanmışlık, bir strateji, bir öngörü… kısacası bir deha ürünüdür. Atatürk Türkiye Mareşali’dir. Büyük Mareşal’dir çünkü günü geldiğinde; askerlikte hak edilerek kazanılabilecek bu en büyük rütbeden soyunup, ömrünü verdiği, kurduğu, yönettiği, savaşlar kazandığı ordudan istifa edip sivil hayata geçmesini bilmiştir. Büyük Mareşal’dir çünkü Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nden sonra TBMM’nin kendisine ikinci kez layık gördüğü Mereşallik rütbesini; “Onun hakkıdır.” diyerek reddetmiş ve Fevzi Çakmak’a tevdi edilmesini sağlamıştır.

Doğumumuzdan itibaren içinde yaşadığımız, nimetlerinden yararlandığımız bazı oluşumları; geçmişi ve ne koşullarda gerçekleştirildikleri üzerine pek de kafa yormadan alır, kabul ederiz. Ama. Düşünün… 1. Dünya Savaşı’ndan 1,5 milyon kayıpla çıkmış, orduları dağıtılmış, ağır silahları elinden alınmış, tünelleri, demiryolları, tersaneleri yer altı ve yer üstü zenginlikleri, telgraf hatları ele geçirilmiş, elindeki son toprakları da emperyalistlerce işgal edilen, kapitülasyonlar altında ezilen, sanayileşmemiş, aşiret ve tarikat kıskacında, aydınlanmamış, yıkık ve perişan bir ülkenin önce bağımsızlığına kavuşturulması sonra çağdaş bir ülke haline getirilmesi ne demektir. Atatürk; içinde bizlerin de yer aldığı gelecek kuşaklara; hiç abartısız, önce bir vatan  hazırlamış sonra bizi bir millet haline getirmiştir. Dünyanın hiç bir döneminde ve hiç bir coğrafyasında bir millet için bu kadar çok şey yapan bir lider daha yoktur.
Düşünün; 1923 yılı itibariyle nüfusun yüzde 80’i kırsal bölgede yaşıyor. 40.000 köyün 37.000’inde okul, yol, posta, elektrik, dükkan yok. Bu 40.000 köyde yaşayan 11 milyon insanın sadece yüzde ikisi okur-yazar. Büyük bir kısmı kışın çamur olduğu için kullanılamayan karayolu uzunluğu 2.200 kilometre. Demiryolunun bir metresi bile bizim değil. Bütün Türkiye’de sadece 337 doktor var, toplam eczacı sayısı 60, ebe sayısı 136. Evlerin % 97’sinde tuvalet yok. Bu ve yetersiz beslenme ile bakımsızlık halkın büyük kısmının sıtma, tifüs, verem, trahom gibi hastalıklardan kırılmasına neden oluyor. Bebek ölüm oranı % 60’ı aşıyor. Telefon, makine, motor, radyo yok. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan sadece 4 fabrika var, üstelik biri de fes fabrikası. İktisatçı yok, mühendis yok. Bütün ülkedeki ortaokul sayısı 72, lise sayısı 23. Tek bir üniversitemiz var. Darülfünün. O da yüksek medrese düzeyinde eğitim veriyor. Akıl ve bilim çoktan unutulmuş. Bakınız; 1729 yılından 1830 yılına kadarki 100 yıl içinde Türkiye’de basılan toplam kitap sayısı 180. Doğuda aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni hüküm sürüyor. Kültür eserleri kaçırılmış, kaçırılmaya devam ediliyor. Hukuk düzeni, yargı düzeni, anayasal düzen, takvim, saat, ölçüler, kılık kıyafet çağ dışı.

Ayrıntılardaki fecaati daha da sıralayabileceğim, ama bu kadarının bile yettiğine inandığım bu koşullarda gerçekleştirilen şeyler mucize değildir de nedir? Üstelik Cumhuriyet mucizesi hayata geçirilirken Atatürk ilk on yılda rahat da bırakılmamıştır. Bir büyük isyan (Şeyh Sait isyanı), bitmez tükenmez yöresel çatışmalar, iki kısmi seferberlik, Hatay ve Boğazlar sorunu ve bir dünya krizi yaşanmıştır. Ve bütün bu sürecin atlatılmasının altındaki temel kavram, yıllardır söylenegelen ama derinliğini yitirdiğimizi sandığım ‘Yurtta sulh, cihanda sulh.’ gibi, o gün için yepyeni, bir anlayıştır. Türkiye Cumhuriyeti, Milletler Cemiyeti’ne; ancak davet edildikten sonra girmiştir. 15 yıl gibi inanılmaz ölçüde kısa bir süre içinde % 10 kalkınma hızı, % 20 sanayileşme yakalanmış, son onlu yıllarda sonradan görme bir mirasyedi savurganlığıyla tepe tepe harcanan fabrikalar, demiryolları, sanayi kuruluşları, bankalar kurulmuştur. Halkevleri, öğretmen okulları, köy enstitüleri, yüksek okullar ve üniversiteler ile aydınlanmanın bir diğer mücadelesi de eğitimde verilmiştir. Onurunu adından alan, bir ‘Cumhuriyet Kuşağı’ yetişmiş ve bu kuşağın insanları için öncelik listelerinin başında ne kendileri, ne aileleri, ne mevki, ne ikbal… her zaman vatan yer almıştır.

Atatürk’ün ’nun çağdaş Türkiye ülküsünün merkezinde her şeyden önce çağdaş eğitim vardır. O kadar ki; Kurtuluş Savaşı’nın en zor dönemecinde, Batı Cephesi’nde Yunan saldırısının yeniden başladığı 15-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında Ankara’da Maarif Kongresi’ni toplamıştır. İki hafta sürmesi planlanan bu kongre, Yunanlılar’ın Polatlı’ya kadar yaklaşmaları nedeniyle bir haftada tamamlanmıştır. Bir Mareşal, yani bir asker düşünün ki ordunun tahsisatını ve bütçesini kısarak eğitim ve sağlık hizmetlerine aktarıyor.
Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir.” diyor yakın çağ tarihini belki de baştan yapan önder ve ekliyor; ”Yazan, yapana sadık kalmazsa gerçek, başka bir mahiyet alır.” Ve Türk Tarih Kurumu’nu kurduruyor. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni, Türk Dil Kurumu’nu, İstanbul’da Edebiyat Fakültesi’ni kurduruyor.
Herhangi bir yerini bir metre kazsanız insanlık tarihinin geriye doğru 5000 yıllık geçmişine tanıklık edebilecek buluntuların çıktığı bu topraklarda; ilk Türk Arkeologu olarak bilinen Osman Hamdi beyin çalışma ve çabaları O’nun desteği ve yol göstermesiyle sürdürülüyor. Dönemi için bir tabu sayılabilecek din konusuna bile akılcı ve eleştirel yaklaşıyor ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasına ön ayak oluyor, o kadarla da kalınmıyor, 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nda, Darülfünun bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi kurulması karar altına alınıyor.

Atatürk’ün söylediği, planladığı ve yaptığı hiç bir şey sıradan vaatler ya da kendisini yüceltmeye yönelik uygulamalar değildir. Onun son nefesine kadar yüceltmeye çalıştığı tek oluşum Türk Milleti’dir. Örneğin Muasır Medeniyetler Seviyesi ya da Çağdaş Uygarlık düzeyi söylemi, uğruna büyük adımların atılması, büyük mücadelelerin verilmesi gereken bir hedeftir. Bir ulusu, 600 yıl boyunca kemikleşmiş alışkanlıklarından kopararak çağdaş dünyanın kullanıyor olduğu alfabe, takvim, ölçü, saate uydurmak, bir taraftan gündelik değişiklikleri hayata geçirirken diğer yandan Medeni Kanun, Ceza Kanunu, İş Kanunu, Borçlar Kanunu, Hıfzıssıha Kanunu gibi köklü yasaları tesis etmek… hiç de kolay değildir.
Atatürk’ün her zaman geleceğe bakan vizyonu; ülkenin temel ihtiyacının sanayileşme olduğunun da çok iyi farkındadır ve geleceğin, fabrikaların üzerine inşa edileceğini görmektedir. Bütün mali ve teknik imkansızlıklara ve yetişmiş eleman yokluğuna karşın sadece onun sağlığında, kurulmasına önayak olduğu ve ulusuna armağan ettiği sanayi tesislerini kısaca hatırlamak bile Ulu Önder’in bize nasıl bir gelecek hazırladığının göstergesi olacaktır. Üstelik bütün bunların, savaş yorgunu bir ülkede gerçekleştiriliyor olduğu da unutulmamalıdır.
Gölcük'te ilk tersane ünitesi, Eskişehir’de demiryolu malzemesi üretecek birimler, Adana Mensucat Fabrikası, Eskişehir Uçak Bakım İşletmesi, Alpullu şeker fabrikası, İstanbul'da, inşaat demiri üreten haddehane, Kayseri Uçak ve Motor Fabrikası, Bakırköy Çimento Fabrikası, Uşak Şeker Fabrikası, Bünyan Dokuma Fabrikası, Bursa Dokumacılık Fabrikası, Ankara Çimento Fabrikası, İstanbul Bomonti'de Türk Mensucat Fabrikası, Malatya Elektrik Santralı, Gaziantep Mensucat Fabrikası, Ayancık Kereste Fabrikası, Trabzon Vizera Hidroelektrik Santralı, Paşabahçe Rakı ve İspirto Fabrikası, Mecidiyeköy Likör ve Kanyak Fabrikası, Diyarbakır Tekel Rakı Fabrikası, Eskişehir Şeker Fabrikası, Keçiborlu Kükürt Fabrikası, Turhal Şeker Fabrikası, Isparta Gülyağı Fabrikası, Sümerbank Bakırköy Bez Fabrikası, Bursa Süttozu Fabrikası, Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası, Zonguldak Türk Antrasit Fabrikası, Sümerbank Kayseri Dokuma Fabrikası, Ankara Mamak'ta Gaz Maskesi Fabrikası, Ankara Çubuk Barajı, Sümerbank Malatya İplik ve Bez Fabrikası, İzmit Kağıt ve Karton Fabrikası, Elazığ Şark Kromları İşletmesi, Sümerbank Konya Ereğlisi Dokuma Fabrikası, Ankara'da ilk Bira Fabrikası, Urfa'da Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği, Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası, Yozgat Termo-Elektrik Santralı, Gemlik Suni İpek Fabrikası, Bursa Merinos Fabrikası, Eskişehir İspirto Fabrikası…
Bu yatırımlar yapılırken ülke ihtiyaçları göz önünde tutularak yurt sathına ne kadar homojen ve dengeli bir dağıtıma özen gösterildiğinin de dikkatlerinizden kaçmadığından eminim.

Tabii bütün bunlar Atatürk ve yoldaşı olan kadrolar kadar, o lidere ve yönetime, kısacası Türkiye Cumhuriyeti’ne inanmış bir nesilin adanmışlığı ile gerçekleştirilmiştir. Elde olan neredeyse bir avuç idealist doktor yıllarca Anadolu’yu hiç bir karşılık beklemeden dolaşmış, yorgun ve yıpranmış halkımızın başına bela olan sıtma, verem, tifüs, frengi, cüzzam, trahom gibi hastalıklarla mücadele etmiştir. Bu sözcüğü bu sunum sırasında çok kullandım, biliyorum ve daha da kullanacağım. Ama yapılanları hayal etmesi bile zor, o yüzden… Düşünün… O kaç-göç ortamında 1926 yılında Manisa ve Elazığ’da ruh ve sinir hastalıkları hastaneleri bile açılmıştır.

Hayatın bambaşka veçheleri de bu büyük önderin, ulusu için gerçekleştirdiği ihtiyaç sıralamasındaki yerini almıştır hiç kuşkusuz. Halkına sanatı, sanatçıyı, tarihi, kültürü, sporu sevdirmeyi, yaşamlarına katmayı da bir görev bilmiştir. O günün koşullarında fantezi gibi geliyor ama; yetenekli gençlerin devlet tarafından teşviki ile Avrupa’da eğitim almaları sağlanmış, Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun, Çallı İbrahim gibi değerler kazanmıştır bu topraklar. 1937’de Türkiye’nin ilk resim galerisini, Resim ve Heykel müzesini bizzat açmıştır. İlk konservatuvarın, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın Şehir Tiyatroları’nın kurulmasına ön ayak olmuştur. İnanılması zor bir vizyondur bu. Ve bu vizyon çerçevesine giren atılımların hepsi; gerçekçi, ayaklarının üzerinde duran, günümüzde  amacından çok saptırılmış bir deyişle, kelimenin tam anlamıyla ‘çılgın’ ‘projeler’dir. Ve hiç kuşkusuz bunların en çılgını; o koşullarda hiç bir komutanın, hiç bir liderin kalkışmayı düşünemeyeceği Kurtuluş Savaşı’dır. Her biri tarihimizde bir çağ dönümü sayılabilecek adımlara bir bakın. 1920 TBMM’nin açılışı. 1922 Saltanat’ın kaldırılması. 1923 Cumhuriyetin ilanı. 1924 Halifeliğin kaldırılması…

Atatürk yüzünü daima Batı’ya dönmekle birlikte, tarihinden, geçmişinden, dininden, geleneklerinden asla kopmamış hatta ulusunun uygarlık merdivenine tırmanışında o değerleri her zaman rehber almıştır. Türk kadınının; Uygur Türkleri’nden bu yana her zaman aile, toplum ve devlet yönetimindeki saygın yerinin Osmanlı’nın son dönemlerinde gasp edildiğinin bilinciyle yeniden tesisini sağlamıştır. Bu bir anlamda Türk Kadını’nın iade-i itibarıdır. Tabii bunları hayata geçirmek kadar; bilmek de önemlidir. İşte Atatürk; bilgiye olan açlığıyla, ömrü boyunca, hatta cephede bile okumuş, incelemiş, öğrenmiş, danışmış, uygulamıştır. Dil ve tarih tezleri geliştirmiş, bizzat tarih inceleme ve çalışmaları yapmış, lise tarih kitaplarının bazı bölümlerini ve ‘Vatandaş İçin Medeni Bilgiler’ adlı kıtabı yazmış, kökenlerini inceleyerek, çok sayıda yeni sözcük türetmiş, Arapça matematik ve geometri terimlerini Türkçeleştirmiş ve bu amaçla bir geometri kitabı yazmış, bazı gramer kurallarını belirlemiş, yeni Türk alfabesinin harflerini ve kullanımını Anadolu’yu baştan başa gezerek, kara tahtada bizzat göstermiş, öğretmiştir.

(Sürecek…)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder