13 Eylül 2014 Cumartesi

SOKAK ÇALGICILARI-2...

Müzik her zaman hayatımın vazgeçilmez zenginliklerinden biri olmuştur. Yine hayatım boyunca sınırlarımı, yeteneklerimi, yeterlilik ve yetersizliklerimi bilen biri olmaya çalıştığım için hiç bir zaman bir icracı olma düşü geliştirmedim ya da bir enstrümanın yanından geçmedim. Geriye yapılacak bir tek şey kalıyordu. İyi bir dinleyici olmaya çalışmak. Öyle muazzam bir evrendi ki müzik, bu bile, yani bir dinleyici olabilmek bile başlı başına bir adanmışlık gerektiriyordu. Büyüme, yetişme sürecim boyunca ve sonraki yıllarımda daldan dala kondum. Türk Halk Müziği’ni hep ve çok sevdim. Türk Sanat Musikisi vazgeçilmezim oldu. 60’ların sonu, 70’lerin başı kuşağının bir delikanlısı olarak elbette rock müziği sürükledi beni (hala da sürüklüyor). Kasaba kökenli bir çocuk olduğum ve çevremde pek meraklısı ya da yol göstereni olmadığı için Klasik Batı Müziği adı verilen deryaya üniversite yıllarımda düştüm ve çıkmaya da hiç niyetim yok (örneğin şu satırları yazarken, içinde zaman zaman duyulan hafif çıtırtıların daha da değerli kıldığı eski bir plaktan Tchaikovsky’nin 1812 Uvertürü’nü dinliyorum).

Hayatıma yol arkadaşlığı yapan müzik yolculuğunda en sevdiğim duraklardan biri her zaman ‘Sokak Çalgıcıları’ oldu. Bunlardan bende en derin iz bırakanı; dünya vatandaşı, olağanüstü bir Flamenko icracı ve bestecisi olan Estas Tonne’yi geçen haftaki yazımda tanıtmaya çalışmıştım sizlere. Gelin bu hafta da geçmişte yolumun düştüğü Prag’daki bazı unutamadığım Sokak Çalgıcıları’nın yanına yanaşalım birlikte ve bize sundukları güzellikleri paylaşalım. 

Çek besteci Bedrich Smetana’nın, literatürde daha çok Moldau adıyla geçen Ma Vlast/Vatanım adlı bir senfonik şiiri vardır. İşte Prag kentini boydan boya ikiye ayırarak kah dingin, kah coşkuyla akıp giden, yön değiştiren, kırılan, köpüren o Moldau ırmağının üzerinde ‘Karl Köprüsü’ adında 516 metre uzunluğunda tarihi bir köprü vardır. Tarihi değeri ve üzerinde iki taraflı yer alan, seyrine doyum olmayan heykellerinin yanı sıra özellikle hayatın her adımında birlikte yürüdüğümüz eşim Birsen ve benim gibi iki müzik tutkunu için bir özelliği daha vardır bu köprünün. Üzerindeki ‘Sokak Çalgıcıları’.

Köprünün girişinde sizi Bridge Band karşılar örneğin. Yaşları hiç de genç olmayan, yaklaşık 8-10 kişilik bir topluluk tarafından, belki de hayatınızda canlı olarak izleyeceğiniz en keyifli blues ve caz yorumularıyla karşılanırsınız. Doyamazsınız, ayrılmak istemezsiniz ama hemen 20-30 metre uzaktan, Beethoven’ın; “Doğadaki en güzel ses, insan sesidir.” sözlerini kanıtlarcasına çağıl çağıl bir soprano çağırmaktadır sizi. Bridge Band’e sessizce veda eder, o tarafa yürürsünüz.

20 yaşlarında bir genç kız ‘Ave Maria’yı seslendirmektedir. Tanrı’nın; sanki böylesine olağanüstü bir sesle ödüllendirmenin bedelini ödetircesine, karşılığında genç kızın gözlerini aldığını fark edersiniz. Bu mucizevi sesten dinlediğiniz ilahi mi, yaradılışın bu acımasız şakası mı bilinmez, yüreğinizi kabartır. Genç kızı duyduğu alkışlar ama göremediği göz yaşlarıyla baş başa bırakıp ayrılırsınız.
Neyse ki biraz ileride; hüznünüzü dağıtacak bir başka müzik olayı beklemektedir sizi. En azından kendi adıma, sadece filmlerde gördüğüm; bir laternacının koskocaman, kat kat, rengarenk enstrümanının kolunu çevirerek çıkardığı zengin ve kıvrak nağmelere şaşar, büyülenirsiniz. İçiniz kıpır kıpır olur. Bu sokak müziği ziyafetini sindirebilmek ve biraz soluklanabilmek için Prag’ın ‘eski şehir’ tabir edilen meydanına geldiğinizde şehrin muazzam saat kulesinde her akşam saat 16:00’da gerçekleştirilen geleneksel bir uygulamayla karşılaşırsınız. Kulenin tepesindeki cumbada; tarihi giysilerinin içinde bir muhafız, trompetiyle bütün şehre yüzyıllardır yapılageldiği gibi ‘akşam oldu ve bugün de şehirde her şey yolunda’ güveninin işareti olan ve o gün bu gündür kulağımızdan tınısı kaybolmayan müziğini çalmaktadır.

Meydana çıkan ara yolların hepsinde genç kızlar ve delikanlılar size el ilanları dağıtmaktadırlar. Geride bıraktığınız ülkede adım başında size uzatılan el ilanlarındaki; bir şeyleri satmaya yönelik anlayıştan bıktığınız için ilgilenmemeye çalışırsınız. Ama sonra bir fark edersiniz ki bunların hepsi; şehirdeki yüzlerce kilisede her akşam üzeri gerçekleştirilen klasik müzik konserlerinin duyurusudur. Her akşam üzeri... her kilisede, farklı bir orkestra, faklı bir repertuvar. Önyargılarınızın utancını içinize atıp bir tanesine gider ve anılarınızda sonsuza kadar yer alacak olan, muhteşem bir kilisenin olağanüstü akustiğinde bir quartetin Mozart eserlerinden oluşan konserini yaşarsınız.

Geri döndüğünüzde yaşadıklarınızla, dinlediklerinizle bir yudum daha zenginleşmişsinizdir ama sormadan da edemezsiniz kendinize... 
Neden... ve ne kadar yazık bize!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder