Müzik her zaman hayatımın vazgeçilmez zenginliklerinden biri olmuştur. Yine
hayatım boyunca sınırlarımı, yeteneklerimi, yeterlilik ve yetersizliklerimi
bilen biri olmaya çalıştığım için hiç bir zaman bir icracı olma düşü
geliştirmedim ya da bir enstrümanın yanından geçmedim. Geriye yapılacak bir tek
şey kalıyordu. İyi bir dinleyici olmaya çalışmak. Öyle muazzam bir evrendi ki
müzik, bu bile, yani bir dinleyici olabilmek bile başlı başına bir adanmışlık
gerektiriyordu. Büyüme, yetişme sürecim boyunca ve sonraki yıllarımda daldan
dala kondum. Türk Halk Müziği’ni hep ve çok sevdim. Türk Sanat Musikisi
vazgeçilmezim oldu. 60’ların sonu, 70’lerin başı kuşağının bir delikanlısı
olarak elbette rock müziği sürükledi beni (hala da sürüklüyor). Kasaba kökenli
bir çocuk olduğum ve çevremde pek meraklısı ya da yol göstereni olmadığı için
Klasik Batı Müziği adı verilen deryaya üniversite yıllarımda düştüm ve çıkmaya
da hiç niyetim yok (örneğin şu satırları yazarken, içinde zaman zaman duyulan
hafif çıtırtıların daha da değerli kıldığı eski bir plaktan Tchaikovsky’nin
1812 Uvertürü’nü dinliyorum).
Hayatıma yol arkadaşlığı yapan müzik yolculuğunda en sevdiğim duraklardan
biri her zaman ‘Sokak Çalgıcıları’
oldu. Bunlardan bende en derin iz bırakanı; dünya vatandaşı, olağanüstü bir Flamenko
icracı ve bestecisi olan Estas Tonne’yi geçen haftaki yazımda tanıtmaya
çalışmıştım sizlere. Gelin bu hafta da geçmişte yolumun düştüğü Prag’daki bazı
unutamadığım Sokak Çalgıcıları’nın yanına yanaşalım birlikte ve bize sundukları
güzellikleri paylaşalım.
Çek besteci Bedrich Smetana’nın, literatürde daha çok Moldau adıyla geçen Ma Vlast/Vatanım adlı bir senfonik
şiiri vardır. İşte Prag kentini boydan boya ikiye ayırarak kah dingin, kah
coşkuyla akıp giden, yön değiştiren, kırılan, köpüren o Moldau ırmağının
üzerinde ‘Karl Köprüsü’ adında 516
metre uzunluğunda tarihi bir köprü vardır. Tarihi değeri ve üzerinde iki
taraflı yer alan, seyrine doyum olmayan heykellerinin yanı sıra özellikle hayatın
her adımında birlikte yürüdüğümüz eşim Birsen ve benim gibi iki müzik tutkunu için
bir özelliği daha vardır bu köprünün. Üzerindeki ‘Sokak Çalgıcıları’.
Köprünün girişinde sizi Bridge Band karşılar örneğin. Yaşları hiç de genç
olmayan, yaklaşık 8-10 kişilik bir topluluk tarafından, belki de hayatınızda
canlı olarak izleyeceğiniz en keyifli blues ve caz yorumularıyla karşılanırsınız.
Doyamazsınız, ayrılmak istemezsiniz ama hemen 20-30 metre uzaktan, Beethoven’ın;
“Doğadaki en güzel ses, insan sesidir.”
sözlerini kanıtlarcasına çağıl çağıl bir soprano çağırmaktadır sizi. Bridge
Band’e sessizce veda eder, o tarafa yürürsünüz.
20 yaşlarında bir genç kız ‘Ave Maria’yı seslendirmektedir. Tanrı’nın;
sanki böylesine olağanüstü bir sesle ödüllendirmenin bedelini ödetircesine,
karşılığında genç kızın gözlerini aldığını fark edersiniz. Bu mucizevi sesten
dinlediğiniz ilahi mi, yaradılışın bu acımasız şakası mı bilinmez, yüreğinizi
kabartır. Genç kızı duyduğu alkışlar ama göremediği göz yaşlarıyla baş başa
bırakıp ayrılırsınız.
Neyse ki biraz ileride; hüznünüzü dağıtacak bir başka müzik olayı
beklemektedir sizi. En azından kendi adıma, sadece filmlerde gördüğüm; bir
laternacının koskocaman, kat kat, rengarenk enstrümanının kolunu çevirerek
çıkardığı zengin ve kıvrak nağmelere şaşar, büyülenirsiniz. İçiniz kıpır kıpır
olur. Bu sokak müziği ziyafetini sindirebilmek ve biraz soluklanabilmek için Prag’ın
‘eski şehir’ tabir edilen meydanına geldiğinizde şehrin muazzam saat kulesinde
her akşam saat 16:00’da gerçekleştirilen geleneksel bir uygulamayla
karşılaşırsınız. Kulenin tepesindeki cumbada; tarihi giysilerinin içinde bir
muhafız, trompetiyle bütün şehre yüzyıllardır yapılageldiği gibi ‘akşam oldu ve bugün de şehirde her şey
yolunda’ güveninin işareti olan ve o gün bu gündür kulağımızdan tınısı
kaybolmayan müziğini çalmaktadır.
Meydana çıkan ara yolların hepsinde genç kızlar ve delikanlılar size el
ilanları dağıtmaktadırlar. Geride bıraktığınız ülkede adım başında size
uzatılan el ilanlarındaki; bir şeyleri satmaya yönelik anlayıştan bıktığınız
için ilgilenmemeye çalışırsınız. Ama sonra bir fark edersiniz ki bunların
hepsi; şehirdeki yüzlerce kilisede her akşam üzeri gerçekleştirilen klasik
müzik konserlerinin duyurusudur. Her akşam üzeri... her kilisede, farklı bir orkestra,
faklı bir repertuvar. Önyargılarınızın utancını içinize atıp bir tanesine gider
ve anılarınızda sonsuza kadar yer alacak olan, muhteşem bir kilisenin
olağanüstü akustiğinde bir quartetin Mozart eserlerinden oluşan konserini yaşarsınız.
Geri döndüğünüzde yaşadıklarınızla, dinlediklerinizle bir yudum daha
zenginleşmişsinizdir ama sormadan da edemezsiniz kendinize...
Neden...
ve ne kadar yazık bize!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder