Son yıllarda çevremiz, hayatımız, düşüncelerimiz, okuduklarımız,
duyduklarımız, dinlediklerimiz, konuştuklarımız, izlediklerimiz öylesine tek
boyutlu olmaya başladı ki... yoruldum.
Günlerimiz, aylarımız, yıllarımız birbirinin mütemmim cüzü gibi geçiyor
adeta... usandım. Uğrunda
yapılamayacak ve yapılmayan hiç bir şeyin olmadığı bir güç savaşıdır gidiyor.
Yalanlar, hırsızlıklar, iftiralar, rüşvetler, cinayetler, gündelik ucuz siyasi manevralar,
karalamalar, kavgalar, suçlamalar, hakaretler, diz boyunu çoktan aşmış,
boğazımıza kadar batmış bir seviyesizlik... kirlendim.
Ben bunları hak etmiyorum. Hiç birimiz, hiç kimse bunları hak etmiyor.
Yaşım 63. Geldim... kendime göre sayısız yaşanmışlığı biriktirdiğim bir hayat
sürdüm ve... gidiyorum. Aklımda,
gönlümde, kulaklarımda, gözlerimde bu 63 yıla dair milyonlarca anı, duygu,
renk, müzik, tat var. Bazen, her şeyin farkında olarak ama ‘...mış’ gibi
yaparak yaşamak tek kaçış yolu gibi gözüküyor. İşte bu hafta öyle bir duyguyla oturdum masanın başına. Bu hafta;
her şeyin farkında olarak ‘... mış’ gibi yapacağım ve size Sokak Çalgıcıları’ndan söz edeceğim.
Eşim Birsen’le birlikte bir Paris seyahatinde tanıştık Estas Tonne ile.
20. yüzyılın başlarında; şairleri, ressamları, müzisyenleri,
heykeltıraşları, yazarlarıyla güzel sanatların odak noktalarından biri olan Montmartre’da,
metronun çıkışındaki küçük alanda bir flamenko gitar çağıltısı aktı bize doğru.
Ve adeta çekildik, sürüklendik o sesin kaynağına. ‘Çağıltı’ sıfatını bilerek kullandım çünkü bu; bildiğim, tanıdığım
hiç bir tınıya, hiç bir üsluba uymayan, farklı, özgün, çılgın bir virtüözite
idi. Meydanın bir köşesinde kendimize yer bulup, saygılı bir sessizlikle
dinlemekte olan kalabalığın arasına karıştık. İşte orada; uzun saçları,
yakışıklı yüzü, başında fötr şapkası, sonraları alamet-i farikası olduğunu
öğreneceğimiz, gitarının akor tellerine kıstırılmış, için için yanan tütsü
çubuğu ve özgün kıyafetleriyle bir genç adam, kucağındaki gitarla bize yepyeni
bir dünyanın kapılarını açıyor, zayıf, ufak tefek bedeni sanki her akorla
birlikte büyüyor, devleşiyordu. Bir tek enstrümandan bu kadar zengin bir
armoninin çıkıyor olduğuna inanmak çok zordu ama işte karşımızdaydı, çalıyordu
ve biz nefesimizi tutmuş, dinliyorduk. Parça bitince önündeki açık gitar kutusu
müziğiyle eşdeğer bir para akışıyla bir anda doluverdi. O bize insan
yaratıcılığının ve ustalığının en güzel örneklerini yaşatıyordu, biz de ona
ancak böyle teşekkür edebiliyorduk. Sonraki günlerde, Paris’te kaldığımız süre
boyunca işimiz, programımız ne olursa olsun her akşam aynı saatte Montmartre
meydanına uğrar olduk. Ve her defasında tek kişilik bu açık hava konserinde,
Estas Tonne’nin inanılmaz zenginlikteki repertuvarında yer alan farklı yorumlar
dinledik. Kimi geceler dinleyiciler arasından ortaya atılıp müziğin büyüsüne
kapılarak emprovize flamenko dansı yapan kadınları alkışladık. Kimi geceler
müzik bittikten sonra bile havada asılı kalmış tınılar bırakmadı bizi, o
küçücük alanda oturup kaldık. Paris zaten her zaman bir rüyadır, şimdi o rüyaya
bir de büyü eklenmişti sanki. Bu ‘küçük dev adam’ı tanımak için yaptığım
araştırmalarda kendisini ‘troubadour’,
bizim deyişimizle gezgin halk ozanı olarak tanımladığını, ömrünü, Almanya’dan
Çin’e, Rusya’dan Fransa’ya, Güney Amerika’dan Kanada’ya, Japonya’ya... dünyanın
hemen her köşesini dolaşarak, gezerek, müziğini icra ederek geçirdiğini
öğrendim. Ne güzel ki o yolculuklarından birinde yollarımız kesişti ve anılar
dağarcığıma; sizlerle paylaşmaktan keyif aldığım bir dünya vatandaşı, bir usta
eklendi.
Başta da söylediğim gibi; o kadar gündelik ve kirli yaşıyor ve
yaşatılıyoruz ki böylesi örnekler sığınılacak bir adacık gibi geliyor insana.
Haftaya; gezdiğim, gördüğüm yerlerdeki başka güzel insanları, başka ‘sokak çalgıcıları’nı anlatmaya devam
edeceğim. Umarım benim yaşarken tattığım keyfi, şu yetersiz satırlarımla
birazcık olsun sizlere aktarabilmişimdir.
Çocuk cıvıltıları, kadın kahkahaları ile dolu sokakların özlemiyle...
Meraklısına
notlar:
http://www.estastonne.com/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder