Vizyonu neredeyse
sınır tanımaz Ata’nın. Örneğin, kelimenin tam anlamıyla ‘kırk-dökük’ bir ulusu
beden eğitimine yönlendirmek bir kapris değil, ihtiyaçtır onun gözünde. Atatürk’ün;
ulusunun eğitim seferberliğinin yanı sıra beden sağlığına verdiği önem, duyup
tekrarlayageldiğimiz ‘Sağlam kafa sağlam
vücutta bulunur.’ özdeyişinde tarifini bulur. 1938’de Fransa’da yayımlanan
L’Auto dergisi Atatürk’ü; ‘Dünyada ilk defa beden eğitimini zorunlu kılan
devlet adamı.’ olarak tanıtır. Gazi Koşusu, Türk futbolunda Gençler Ligi, Beden
Eğitimi Yüksek Okulu, Bisiklet Takımı, Su Sporları, Türk Kuşu, Gençlik ve Spor
Bayramı… Ata’nın spora katkılarının sadece satır başlarıdır.
Kurtuluş Savaşı galibiyeti
bir sonuç değil, bir başlangıçtır. Ve ah… daha yapılacak o kadar çok şey vardır
ki.
Onun için ve kendi
sözleriyle; “Ağaçsız toprak vatan değildir!”
Nuri Conker
tarafından; bakımsız, çorak, hastalıklı, sarı, sadece bakmanın bile insanı
bedbin ettiği, büyük kısmı bataklık, sıtma kaynağı, akbabaların yuva yaptığı,
ısırgan otunun bile bitmeyeceği bir toprak olarak rapor edildi. Atatürk; “Ben zor olanı yapayım da siz arkamdan kolay
olanı nasıl olsa devam ettirirsiniz.” diyerek 20.000 dönümlük bu umutsuz
araziyi kendi parasıyla satın aldı. Ve 5 Mayıs 1925 tarihinde bir Hıdırellez
günü Atatürk Orman Çiftiği’nin temeli atıldı. İlk iş olarak (bir cümlede ifade
etmek ne kadar kolay oluyor) bataklık kurutuldu. Sekiz yıl içinde 3 milyon ağaç
dikildi. Kısa süre sonra sebzeler yetişmiş, buğdaylar baş vermiş, tarlalar
yeşermiş, bağlar ilk üzümlerini vermiş, yoğurt ve peynir üretimi başlamış,
envai tür meyve fidanı dikilmiş, gelenler akasya ve Ata’nın en sevdiği ağaç
olan Söğüt gölgesinde oturur, çocuklar Karadeniz adı verilen havuzda cıvıltılar
içinde yıkanır olmuşlar, bir bira fabrikası ve halkın ferah ferah oturup
biralarını yudumlayacağı bir bira parkı kurulmuş, süt, malt, buz, soda-gazoz,
yoğurt-peynir-ayran, şarap, deri, ziraat aletleri ve demir fabrikaları işletmeye
açılmış ama nedense, Atatürk’ün, döneminin ve dünyanın bu en güçlü liderinin
aklına yoktan var ettiği bu çevre mucizesinin bir yerlerine bir Başkanlık
Sarayı yaptırmak gelmemiştir. Tam aksine; hastalığının son günlerinde başucunda
oturan Afet İnan’a, toprağına olan özlemini ancak büyük insanlarda
rastlanabilecek bir tevazuyla; “Gidelim
Afet. Bir orman kenarına gidelim, her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev,
ocaklı bir oda yeter. Evet hemen gidelim ormanlara, hele ben bir iyileşeyim de…”
sözleriyle dile getirmiştir.
Atatürk; içinden
yetiştiği Osmanlı disiplini ve yönetim anlayışına için için her zaman direnmiş,
mevki, makam hatta hayatını kaybetme pahasına monarşiyle asla uzlaşamamış bir
kişiliktir, adeta doğuştan cumhuriyetçidir ve tarihimiz boyunca bu topraklarda
kurulan Türk devlet ve toplulukları içinde cumhuriyet kavramının önüne ilk kez ‘Türkiye’
ismini koymuş bir önderdir.
Hayatında Türkiye'ye ayak basmamış, ülkemiz
ve insanımızla doğrudan bir bağı olmayan ABD'li Psikiyatri Profesörü Arnold
LUDWIG, KING of the MOUNTAIN (Dağın Kralı) adını verdiği kitabında yer alan
‘şimdiye kadar yapılmış en geniş kapsamlı ve anlaşılabilir politik liderlik
araştırması’ bölümünde, 20. yüzyılda tüm dünyada ülke yönetmiş, Abdülhamid'den
Kaddafi'ye, Mao'dan Roosevelt'e, De
Gaulle'den Nehru'ya, Churchill'den
Hitler'e, Mussolini'den Mandela'ya, Stalin'den
Nasır'a ve Arafat'a, 2000 kadar lider hakkındaki 18 yıllık araştırmasının
sonucunda, 377 kişiden oluşan bir belli başlı devlet adamı/lider listesi
oluşturmuş ve onlara 200 kadar değişik kıstasa göre, 1'den 31'e kadar puan
vermiştir.
Sadece tek bir lider; 31 tam puan ve ‘vizyoner’ sıfatıyla, 20. yüzyılın
gelmiş geçmiş en büyük devlet adamı/lideri unvanına layık görülmüştür. Ne kutlu
bir ulusmuşuz ki o da bize nasip olmuştur.
1934 yılında, Çanakkale Şehitleri anısına yapılacak bir anıtın temel
atma töreni için, İçişleri Bakanı
Şükrü Kaya görevlendirilmişti. Hareketinden bir gün önce, Çankaya’ da
akşam yemeğindeydiler. Atatürk sordu:
“Yarın sen gidiyorsun Çanakkale’ye Şükrü Bey, öyle değil mi?
“Evet Paşam!”
“Orada nasıl bir konuşma yapacaksın?”
Şükrü Bey şaşırmıştı. Kendini toparladı:
“Paşam” dedi, “Yahya Çavuşları, Seyit Onbaşıları,
Arıburnu’nu, Conkbayırı’nı, Anafartaları anlatacağım…’Ben size ölmeyi
emrediyorum…’ dediğiniz Kemal Yeri’nden konuşacağım, 250 bin şehit, yaralı
sakat verdiğimiz, Mehmetçiğin o muhteşem zaferini anlatacağım, sizi
anlatacağım!”
Sofrada soluk kesilmişti. Gözleri buğulanmış, belli ki o günlere gidilivermişti:
“Hayır, çocuk hayır.” dedi. “O günler çok gerilerde kaldı. Siz sofraya
devam edin!”.
Sonra sofradan kalktı, kütüphaneye gitti, bir saat sonra, elinde bir
metinle döndü. Bu metindeki satırlar, bugün Şili’den Montreal’e, Havana’dan
Budapeşte’ye kadar birçok ülkedeki Atatürk anıtlarının kaidelerine olduğu gibi
tüm dünya analarının yüreklerine de kazındı:
“Bu memleketin toprakları üzerinde canlarını veren kahramanlar! Burada
bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sessizlik içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle
yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen
anneler, gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur
içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını
verdikten sonra, artık bizim de evlatlarımız olmuşlardır.”
İşte bu da; ‘insan’
Atatürk’tür.
Kaynakça:
• Nutuk ATATÜRK
• Akl-ı Kemal (4
Cilt) Sinan Meydan
• 1923-2023
Cumhuriyet’in İlk Yüzyılı İlber Ortaylı
• Çeşitli internet Araştırma ve Kaynakları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder