“Çanakkale içinde aynalı çarşı
Ana ben gidiyom düşmana karşı
Ah, gençliğim eyvah…”
Eşim ve ben,
çocuklarımızı büyütürken her ana-baba gibi; barınma, korunma, beslenme, sağlık,
eğitim, kültür-sanat gereksinmelerini karşılamanın yanı sıra onlara temel bazı
değerleri de kazandırmaya çalıştık. İnsanları sevmeyi, hayvanları sevmeyi
öğretmeye, ilişkilerde saygıyı aşılamaya, ‘doğru’ insan olmanın yollarını
göstermeye özen gösterdik. Ama onları hayata hazırlarken başarabildiğimizi
sandığım en önemli görevlerden birinin; nasıl bir geçmişten geldiğimizi,
bugünümüzün bize hangi akıl almaz fedakarlıklar sonucu armağan edildiğini
öğretmek ve unutmamalarını sağlamak olduğuna inanıyorum.
1992 yılıydı. O sırada
13 yaşında olan kızımızı ve 10 yaşındaki oğlumuzu alarak Çanakkale’ye gittik. O muhteşem abideyi gördüler, belleklerine
kazıdılar. Sonra tabya tabya, şehitlik şehitlik hemen her karışını gezdik
birlikte. Yoğun bir duygu, sevgi, şükran patlamasının eşlik ettiği yetersiz
kelimelerle, dilimin döndüğü kadarıyla anlattım onlara tarihin bu en kanlı, güç
dengeleri açısından en orantısız savaşını. Ama asıl öyküyü zaten mezar
taşlarının üzerindeki isimler ve tarihler anlatıyordu. O çocuklar; ‘düşmana karşı giderken’ artık genç
kalamayacaklarını biliyorlardı. Ya da sonsuza kadar genç kalacaklarını. O kadar
ki kızım; “Bazıları benim yaşımdaymış daha…” diye ağlıyordu. Aynı yıl içinde
onları bu kez Ankara’ya, Anıtkabir’e götürdük. Çünkü nasıl Çanakkale; tarihin
akışını durdurup millete, belki de yüzyıllardır yitirdiği özgüvenini ilk kez kazandıran ve
Milli Mücadele’ye giden yolu açan bir dönüm noktası idiyse, çocuklarımızın (ve
bence bütün Türk çocuklarının) o yolda ulusuna rehberlik, önderlik eden büyük
komutanı da ders kitaplarında anlatılan yetersiz, masalsı özetlerden sıyrılıp,
kendilerinin tanımaları lazımdı. Daha Harp Okulu’nda öğrenciyken ülkesinin ve
ulusunun geleceğini planlamaya başlayan, silah ve kader arkadaşlarını seçen,
sonraki 12 yıl boyunca Arap çöllerinden Balkanlar’a savaşın bütün yüzlerini görmüş,
arada dönemin yıldızı Enver paşanın, tümüyle kişisel zaafından kaynaklanan
nedenlerle, aktif görevlere getirilmesine set koymasıyla Sofya Askeri
Ataşeliği’nde, bir anlamda kızağa çektirilmiş ama içindeki ‘asker’ ateşinin
asla küllenmediği, defalarca ve ısrarla görev istemesi sonucunda genç bir
binbaşı olarak Çanakkale savaşının ilk kıvılcımlarının yakıldığı Gelibolu
Kolordusu Harekat Şube Müdürlüğü’ne atanmış büyük komutanı, Ata’yı, Atamız’ı
hissetmeleri gerekiyordu.
“Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı, kimimiz evil
Ah, gençliğim eyvah…”
Kimisi nişanlı, kimisi
evil olan bu çocuklar dağılan bir imparatorluğu ayakta tutabilme uğruna yıllardır
sayısız cephede verilen savaşların yorgunu idiler. Yetersiz levazımla, kısıtlı
mühimmatla, eskimiş, çağ dışı silahlarla, korunmasız giysilerle, bir kap çorba
ve bir avuç bulgurla… Ama en kötüsü; ordunun üst kademelerindeki bazı makamların
sınırsız hırs, yanlış stratejiler ve plansız hamleleriyle bugüne gelinmişti. Kanal’da
tam bir fiyasko yaşanmış, Sarıkamış’ta doksan bin askerimiz, bir kurşun bile
atamadan soğuğa teslim olup şehit olmuş, Balkanlar’da daha düne kadar İmparatorluğun
eyaletleri olan devletler birer birer elden gitmiş ve elimizde kalan anavatan
toprağı, dönemin en güçlü devletlerinin oluşturduğu ve kendi aralarında
paylaşılma planlarının bile antlaşmalarla kayıt altına alındığı Birleşik Güçler’in
işgal tehdidi altına girmişti. Devlet kapitülasyonların çarkları arasında
eziliyordu. Hazinede, bırakın düzenli bir ordunun giderlerini sağlamayı, üke
yönetiminin en temel gereksinmelerini karşılayacak bir kaynak bile yoktu. Saray;
hayatın her alanında olduğu gibi ordunun her kademesinde de Almanya’ya
teslimiyet içindeydi, kurtarıcı olarak onlar görülüyordu. Oysa niyet çok
açıktı. Hizmet süreci içinde 19. Tümen Komutanlığı’na atanan Mustafa Kemal,
görev yerine gitmek üzere Genel Kurmay’dan çıkarken eski dostu, silah arkadaşı
ve sonraki yıllarda kader yoldaşı olacak olan İsmet beye rastladı. Onun Genel
Kurmay’daki amiri de bir Alman subayı idi. Dertleştiler. İsmet bey; “Amirim
olan Alman’a ‘Zaferden sonraki kazancınız ne olacak?’ diye sordum. Çok net bir
şekilde ‘Türkiye’ diye cevap verdi.” dedi. Mustafa Kemal’in bakışları gölgelendi. “Bir
büyük devletin kulu olmadan yaşayamayacağımızı sanacak hale getirilmişiz. Bu anlayışı
sürdürmek onursuzluk, gurursuzluk, gaflet ve hatta düpedüz ihanettir. Neyse
şimdi bize düşen; vatan için elimizden geleni yapmaktır. Allah yardımcımız
olsun.” dedi. Bu kararlılığın altında yıllar sonra İstanbul’daki yabancı savaş
gemilerine bakıp söyleyeceği; “Geldikleri gibi gidecekler.” azminin ilk
kıvılcımları parlıyordu.
İmparatorluk, ülke,
vatan… çöküyordu ve bu çöküşe giden yolun kapısı Çanakkale Boğazı’ndan
geçiyordu. O kilit açılırsa elde ne vatan kalacaktı, ne toprak. Ordunun kumanda
kademelerinde son derece iyi yetişmiş, vatanperver, askerini tanıyan,
stratejide uzman, yürekli komutanlar olmasına karşın, Saray ve dönemin Genel
Kurmay’ı tamamen kişisel nedenlerle ordunun üst yönetimini Alman subaylara emanet
ediyordu. Hayatında savaş görmemiş, bir birlik yönetmemiş Liman von Sanders
mareşal rütbesiyle Ordular Genel Müfettişliği’ne ve 1. Ordu Komutanlığı’na getiriliyor,
bütün ordu ve kolordu komutanlıklarına yine savaş deneyimi olmayan ama Alman
olmalarının yettiğine inanılan komutanlar atanıyordu.
Ve 19 Şubat 1915 günü
sabah 06:30’da kilidi açmak üzere 12 savaş gemisinden oluşan bir filo Boğaz’a
girdi. 09:50’de tabyalara açılan ilk ateşle birlikte müttefiklerin birkaç gün
içinde biteceğine inandıkları Çanakkale
Savaşı resmen başladı. Bitmedi. En
kilit noktalar Kilitbahir ve
Seddülbahir’di. Mustafa Kemal’in, bu noktaları tutan 27. Alay’ın
komutanları ile yaptığı konuşmada söylediği sözler sanki. sonrasında bayrağını
taşıyacağı Kurtuluş mücadelesine ışık tutar gibiydi: “Unutmayın, devlet yenilse bile bu millet yenilmez.” İlk girişim,
bir İngiliz yazarının kendi sözleriyle; “Tam bir fiyasko.” olarak sonuçlandı.
25 Şubat’ta bu kez Queen
Elizabeth’in 16.000 metre menzilli dev toplarını da güçlerine katarak bir daha
denediler. Üç günün sonunda geride üç zırhlılarının enkazı ile, kara çıkarma
denemeleri sonucu kaybettikleri çeşitli ülkelerden devşirilmiş askerlerinin
ölülerini bırakarak çekildiler. 1 ve 3 Mart arasında, Birleşik Güçler
donanmasıyla tepelerdeki tabyalara konuşlanmış topçu müfrezelerimizin
karşılıklı gece gündüz süren çatışması yaşandı. Tam 1200 büyük top mermisi
gönderdiler tabyaların üzerine. Düşman Kurmay Başkanı’nın aşırı bir kendine
güvenle İngiltere’ye çektiği ; “14 gün sonra İstanbul’dayım.” telgrafının
aksine, yine geri çekilmek zorunda kaldılar.
5 ve 6 Mart’ta 6 büyük
savaş gemisi ve koruyucu olarak sayısız muhrip ve torpidobotla geldiler.
Saatler süren top ateşiyle cennet toprağımızı cehenneme çevirdiler. Sonuçta, iş
göremez hale gelen üç büyük zırhlıyı sürükleyerek çekilmek zorunda kaldılar.
Neler oluyordu?
Yıllardır her cephede bozguna uğrattıkları ve adeta sorunsuz bir deniz
yolculuğuyla ele geçireceklerini sandıkları ama üstün güçlerine karşın her
denemelerinde ağır kayıplarla geri çekilmek zorunda kaldıkları bu topraklardaki
direnişin arkasında nasıl bir güç yatıyordu. Seddülbahir’e çıkartma yapan kara
birliklerinin karşısına dikilen sadece 30 kişilik bir birliğin komutanı Bigalı
Mehmet Çavuş’un takımına hitaben söylediği sözleri anlayabilselerdi o gücün
kaynağını da öğrenmiş olurlardı: “Bana
bakın, üzerinde durduğumuz, ayağımızı bastığımız bu toprak vatanımızdır. Ha
anamızın ırzı, ha vatanımızın ırzı. Bu gelenler ırz düşmanları, ona göre ha!”
“Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Ah, gençliğim eyvah…”
18 Mart 1915 Perşembe. Şafak vakti. Bozcaada civarında toplanan;’yüzen kale’ de denilen ve toplam 600
top gücüne sahip 18 büyük zırhlı savaş gemisi, çevrelerinde sayısız denizaltı,
muhrip, küçük savaş gemisi, torpidobot ve mayın toplama gemilerinden oluşan
tarihin en büyük armadası Boğaz girişine yaklaştı. 11:15’te açılan ilk top
ateşiyle birlikte tarihe 18 Mart
Çanakkale Deniz Savaşı’ olarak geçecek olan akıllara durgunluk verecek
savaş başladı. Bir saate yakın süreyle, yüzlerce toptan gelen binlerce mermiyle
yaktılar, yıktılar, yaraladılar toprağımızı. Deniz tutuştu, Çanakkale yanmaya
başladı, tabyalar yıkıldı, kışlalar kırıldı. Ama toprak ve ateş yağmuru altında
sabırla bekliyordu askerler, zırhlıların kendi kısa menzilli toplarının
menziline girmelerini bekliyorlardı. İlk salvoda 4 Fransız zırhlısı ağır yara
almış, Amiral Gemisi Queen Elizabeth aldığı üç isabetle iş göremez hale
gelmişti. Bin İngiliz ve iki Fransız ‘yüzen kale’si; tarihe bir kahramanlık ve
savunma stratejisi dersi olarak geçecek olan Nusrat mayın gemisinin bir gece
önce sabaha kadar Boğaz’a döşediği mayınlara çarparak battılar. Bir diğer
zırhlı, gövdesinde açılan büyük yırtıktan dolayı Bozcaada’da karaya oturdu. Bir
İngiliz zırhlısı daha mayına çarparak işlevini yitirdi ve Boğaz’da sürüklenmeye
başladı. Ve en uzun süreyle direnen, usta manevralarıyla tabyalardaki
topçularımızın bile takdiri toplayan son zırhlı da bir mayına dokunarak batınca
sadece 7 saat süren ama birkaç ömüre yetecek savaş BİTTİ. Tarihin bu en büyük
Birleşik Deniz Gücü, yarıdan fazlasını yitirdiği donanmasıyla çekildiler,
Çanakkale Boğazı’nı terk ettiler.
Haber, uzaktaaan uzağa; yaşananların,
kayıpların, fedakarlıkların boyutunu anlamalarına imkan olmayan, zaten süreçten
çok sonuca önem veren Saray’a bildirilince şaşkınlıkla karışık bir sevinç
dalgası sardı her yanı. Hayatında bir savaş bile yönetmemiş olan Enver paşa;
Genel Kurmay Başkanı olarak taşıdığı unvandan dolayı kendisine yöneltilen
tebrikleri kabul etmekte hiç bir beis görmüyordu. Ama asıl kıyamet, zafer
haberinin kulaktan kulağa yayıldığı İstanbul sokaklarında kopuyordu.
Süleymaniye Camisi’nin yaşlı mahyacısı iki minare arasına; o günden sonra
neredeyse özdeyişe dönüşecek olan iki kelimelik bir mahya gerdirdi: ‘Çanakkale geçilmez.’
Sevgili okurlar; bir
kahramanlık destanını birkaç sayfaya, bir küllerinden doğuş efsanesini sadece
istatistiklere sığdırmanın imkanı var mı? Okuduklarımı, bildiklerimi, gezerek
gördüklerimi, duygu ve düşüncelerimi anlatmaya kalksam bu değerli derginin hak
edilmemiş bir bölümünü işgal etmem gerekir. Çanakkale yılların savaş yorgunu
bir ulusun ümmetlikten milletliğe doğru uzanacak hikayesinin başlangıcıdır.
Geride 100.000’in üzerinde şehit ve her tabyada, her cephede, her kışlada
insanına güvenen, inanan subaylarımızın yönetiminde inanılmaz bir özveriyle
kenetlenmiş askerimizin küçüklü büyüklü yüzlerce anısını bırakmış bir yeniden ayağa
kalkış öyküsüdür. O anıların her biri yaşanmıştır, her biri değerlidir. Ama Edremitli
Seyit’in, topun yuvasına mermi süren vincin bozulması üzerine 275 kiloluk top
mermilerini kulaklarından ve burnundan kan gelerek, kemikleri çatırdayarak o
kutlu sırtında taşıyıp belki de düşman donanmasının çözülmesinin ilk
kıvılcımının ateşlendiği Bouvet zırhlısının batırılmasını sağlaması en
unutulmazları arasındadır.
Bir ulus düşünün ki
kendisinden kat kat büyük insan ve silah gücünden oluşmuş, kendilerini dünyanın
efendileri sanan bir Birleşik Güce karşı dillerinde şu türküyle yürümektedir:
“Annem beni yetiştirdi
Bu ellere yolladı
Al sancağı teslim etti
Allaha ısmarladı.
Sütüm sana helal olmaz
Kurtarmazsan vatanı…”
Bu yıl Çanakkale
Zaferi’nin 100. Yıldönümü. Bundan tam yüzyıl önce; analarının yetiştirdiği, o
ellere yolladığı, al sancağı teslim ettiği, sütlerinin her damlasını hak ederek
vatanı kurtaran o çocuklar bir kere bile ‘Gençliğim
eyvah’ diye düşünmeden toprağa düştüler. Tariflere sığmayacak şükran
duygularımla rahmet diliyorum.
Dip not: Bir dostumdan dinlediğim bir anıyı da
son söz olarak paylaşmak istiyorum. Avusturya’daki bir askeri müzeyi gezerken,
özel bir köşede sergilenen Osmanlı ordusunun bir sancağını görmüş. Kahrolarak
yanına gidince altında üç dilde yazılmış bir plaka görmüş. Şu yazıyormuş: “Bu;
Çanakkale Savaşı sırasında açılan bir sancaktır. Ama sakın ele geçirildiği
sanılmasın. Bu sancağın ait olduğu alay, son eri ölene kadar savaşmış ve o son
erin elinde yere düşmüştür. Toprağa karışmaması ve kaybolmaması için saygı
gereği olarak alınmış ve muhafaza edilmektedir.”
Kaynakça:
Turgut Özakman : Diriliş Çanakkale 1915
Çeşitli internet araştırma ve kaynakları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder