15 Mart 2015 Pazar

GENÇLİĞİM EYVAH…


“Çanakkale içinde aynalı çarşı
Ana ben gidiyom düşmana karşı
Ah, gençliğim eyvah…”

Eşim ve ben, çocuklarımızı büyütürken her ana-baba gibi; barınma, korunma, beslenme, sağlık, eğitim, kültür-sanat gereksinmelerini karşılamanın yanı sıra onlara temel bazı değerleri de kazandırmaya çalıştık. İnsanları sevmeyi, hayvanları sevmeyi öğretmeye, ilişkilerde saygıyı aşılamaya, ‘doğru’ insan olmanın yollarını göstermeye özen gösterdik. Ama onları hayata hazırlarken başarabildiğimizi sandığım en önemli görevlerden birinin; nasıl bir geçmişten geldiğimizi, bugünümüzün bize hangi akıl almaz fedakarlıklar sonucu armağan edildiğini öğretmek ve unutmamalarını sağlamak olduğuna inanıyorum.

1992 yılıydı. O sırada 13 yaşında olan kızımızı ve 10 yaşındaki oğlumuzu alarak Çanakkale’ye gittik. O  muhteşem abideyi gördüler, belleklerine kazıdılar. Sonra tabya tabya, şehitlik şehitlik hemen her karışını gezdik birlikte. Yoğun bir duygu, sevgi, şükran patlamasının eşlik ettiği yetersiz kelimelerle, dilimin döndüğü kadarıyla anlattım onlara tarihin bu en kanlı, güç dengeleri açısından en orantısız savaşını. Ama asıl öyküyü zaten mezar taşlarının üzerindeki isimler ve tarihler anlatıyordu. O çocuklar; ‘düşmana karşı giderken’ artık genç kalamayacaklarını biliyorlardı. Ya da sonsuza kadar genç kalacaklarını. O kadar ki kızım; “Bazıları benim yaşımdaymış daha…” diye ağlıyordu. Aynı yıl içinde onları bu kez Ankara’ya, Anıtkabir’e götürdük. Çünkü nasıl Çanakkale; tarihin akışını durdurup millete, belki de yüzyıllardır   yitirdiği özgüvenini ilk kez kazandıran ve Milli Mücadele’ye giden yolu açan bir dönüm noktası idiyse, çocuklarımızın (ve bence bütün Türk çocuklarının) o yolda ulusuna rehberlik, önderlik eden büyük komutanı da ders kitaplarında anlatılan yetersiz, masalsı özetlerden sıyrılıp, kendilerinin tanımaları lazımdı. Daha Harp Okulu’nda öğrenciyken ülkesinin ve ulusunun geleceğini planlamaya başlayan, silah ve kader arkadaşlarını seçen, sonraki 12 yıl boyunca Arap çöllerinden Balkanlar’a savaşın bütün yüzlerini görmüş, arada dönemin yıldızı Enver paşanın, tümüyle kişisel zaafından kaynaklanan nedenlerle, aktif görevlere getirilmesine set koymasıyla Sofya Askeri Ataşeliği’nde, bir anlamda kızağa çektirilmiş ama içindeki ‘asker’ ateşinin asla küllenmediği, defalarca ve ısrarla görev istemesi sonucunda genç bir binbaşı olarak Çanakkale savaşının ilk kıvılcımlarının yakıldığı Gelibolu Kolordusu Harekat Şube Müdürlüğü’ne atanmış büyük komutanı, Ata’yı, Atamız’ı hissetmeleri gerekiyordu.

“Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı, kimimiz evil
Ah, gençliğim eyvah…”

Kimisi nişanlı, kimisi evil olan bu çocuklar dağılan bir imparatorluğu ayakta tutabilme uğruna yıllardır sayısız cephede verilen savaşların yorgunu idiler. Yetersiz levazımla, kısıtlı mühimmatla, eskimiş, çağ dışı silahlarla, korunmasız giysilerle, bir kap çorba ve bir avuç bulgurla… Ama en kötüsü; ordunun üst kademelerindeki bazı makamların sınırsız hırs, yanlış stratejiler ve plansız hamleleriyle bugüne gelinmişti. Kanal’da tam bir fiyasko yaşanmış, Sarıkamış’ta doksan bin askerimiz, bir kurşun bile atamadan soğuğa teslim olup şehit olmuş, Balkanlar’da daha düne kadar İmparatorluğun eyaletleri olan devletler birer birer elden gitmiş ve elimizde kalan anavatan toprağı, dönemin en güçlü devletlerinin oluşturduğu ve kendi aralarında paylaşılma planlarının bile antlaşmalarla kayıt altına alındığı Birleşik Güçler’in işgal tehdidi altına girmişti. Devlet kapitülasyonların çarkları arasında eziliyordu. Hazinede, bırakın düzenli bir ordunun giderlerini sağlamayı, üke yönetiminin en temel gereksinmelerini karşılayacak bir kaynak bile yoktu. Saray; hayatın her alanında olduğu gibi ordunun her kademesinde de Almanya’ya teslimiyet içindeydi, kurtarıcı olarak onlar görülüyordu. Oysa niyet çok açıktı. Hizmet süreci içinde 19. Tümen Komutanlığı’na atanan Mustafa Kemal, görev yerine gitmek üzere Genel Kurmay’dan çıkarken eski dostu, silah arkadaşı ve sonraki yıllarda kader yoldaşı olacak olan İsmet beye rastladı. Onun Genel Kurmay’daki amiri de bir Alman subayı idi. Dertleştiler. İsmet bey; “Amirim olan Alman’a ‘Zaferden sonraki kazancınız ne olacak?’ diye sordum. Çok net bir şekilde ‘Türkiye’ diye cevap verdi.” dedi.  Mustafa Kemal’in bakışları gölgelendi. “Bir büyük devletin kulu olmadan yaşayamayacağımızı sanacak hale getirilmişiz. Bu anlayışı sürdürmek onursuzluk, gurursuzluk, gaflet ve hatta düpedüz ihanettir. Neyse şimdi bize düşen; vatan için elimizden geleni yapmaktır. Allah yardımcımız olsun.” dedi. Bu kararlılığın altında yıllar sonra İstanbul’daki yabancı savaş gemilerine bakıp söyleyeceği; “Geldikleri gibi gidecekler.” azminin ilk kıvılcımları parlıyordu.

İmparatorluk, ülke, vatan… çöküyordu ve bu çöküşe giden yolun kapısı Çanakkale Boğazı’ndan geçiyordu. O kilit açılırsa elde ne vatan kalacaktı, ne toprak. Ordunun kumanda kademelerinde son derece iyi yetişmiş, vatanperver, askerini tanıyan, stratejide uzman, yürekli komutanlar olmasına karşın, Saray ve dönemin Genel Kurmay’ı tamamen kişisel nedenlerle ordunun üst yönetimini Alman subaylara emanet ediyordu. Hayatında savaş görmemiş, bir birlik yönetmemiş Liman von Sanders mareşal rütbesiyle Ordular Genel Müfettişliği’ne ve 1. Ordu Komutanlığı’na getiriliyor, bütün ordu ve kolordu komutanlıklarına yine savaş deneyimi olmayan ama Alman olmalarının yettiğine inanılan komutanlar atanıyordu.

Ve 19 Şubat 1915 günü sabah 06:30’da kilidi açmak üzere 12 savaş gemisinden oluşan bir filo Boğaz’a girdi. 09:50’de tabyalara açılan ilk ateşle birlikte müttefiklerin birkaç gün içinde biteceğine inandıkları Çanakkale Savaşı resmen başladı. Bitmedi. En kilit noktalar Kilitbahir ve  Seddülbahir’di. Mustafa Kemal’in, bu noktaları tutan 27. Alay’ın komutanları ile yaptığı konuşmada söylediği sözler sanki. sonrasında bayrağını taşıyacağı Kurtuluş mücadelesine ışık tutar gibiydi: “Unutmayın, devlet yenilse bile bu millet yenilmez.” İlk girişim, bir İngiliz yazarının kendi sözleriyle; “Tam bir fiyasko.” olarak sonuçlandı.

25 Şubat’ta bu kez Queen Elizabeth’in 16.000 metre menzilli dev toplarını da güçlerine katarak bir daha denediler. Üç günün sonunda geride üç zırhlılarının enkazı ile, kara çıkarma denemeleri sonucu kaybettikleri çeşitli ülkelerden devşirilmiş askerlerinin ölülerini bırakarak çekildiler. 1 ve 3 Mart arasında, Birleşik Güçler donanmasıyla tepelerdeki tabyalara konuşlanmış topçu müfrezelerimizin karşılıklı gece gündüz süren çatışması yaşandı. Tam 1200 büyük top mermisi gönderdiler tabyaların üzerine. Düşman Kurmay Başkanı’nın aşırı bir kendine güvenle İngiltere’ye çektiği ; “14 gün sonra İstanbul’dayım.” telgrafının aksine, yine geri çekilmek zorunda kaldılar.
5 ve 6 Mart’ta 6 büyük savaş gemisi ve koruyucu olarak sayısız muhrip ve torpidobotla geldiler. Saatler süren top ateşiyle cennet toprağımızı cehenneme çevirdiler. Sonuçta, iş göremez hale gelen üç büyük zırhlıyı sürükleyerek çekilmek zorunda kaldılar.

Neler oluyordu? Yıllardır her cephede bozguna uğrattıkları ve adeta sorunsuz bir deniz yolculuğuyla ele geçireceklerini sandıkları ama üstün güçlerine karşın her denemelerinde ağır kayıplarla geri çekilmek zorunda kaldıkları bu topraklardaki direnişin arkasında nasıl bir güç yatıyordu. Seddülbahir’e çıkartma yapan kara birliklerinin karşısına dikilen sadece 30 kişilik bir birliğin komutanı Bigalı Mehmet Çavuş’un takımına hitaben söylediği sözleri anlayabilselerdi o gücün kaynağını da öğrenmiş olurlardı: “Bana bakın, üzerinde durduğumuz, ayağımızı bastığımız bu toprak vatanımızdır. Ha anamızın ırzı, ha vatanımızın ırzı. Bu gelenler ırz düşmanları, ona göre ha!”

“Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Ah, gençliğim eyvah…

18 Mart 1915 Perşembe. Şafak vakti. Bozcaada civarında toplanan;’yüzen kale’ de denilen ve toplam 600 top gücüne sahip 18 büyük zırhlı savaş gemisi, çevrelerinde sayısız denizaltı, muhrip, küçük savaş gemisi, torpidobot ve mayın toplama gemilerinden oluşan tarihin en büyük armadası Boğaz girişine yaklaştı. 11:15’te açılan ilk top ateşiyle birlikte tarihe 18 Mart Çanakkale Deniz Savaşı’ olarak geçecek olan akıllara durgunluk verecek savaş başladı. Bir saate yakın süreyle, yüzlerce toptan gelen binlerce mermiyle yaktılar, yıktılar, yaraladılar toprağımızı. Deniz tutuştu, Çanakkale yanmaya başladı, tabyalar yıkıldı, kışlalar kırıldı. Ama toprak ve ateş yağmuru altında sabırla bekliyordu askerler, zırhlıların kendi kısa menzilli toplarının menziline girmelerini bekliyorlardı. İlk salvoda 4 Fransız zırhlısı ağır yara almış, Amiral Gemisi Queen Elizabeth aldığı üç isabetle iş göremez hale gelmişti. Bin İngiliz ve iki Fransız ‘yüzen kale’si; tarihe bir kahramanlık ve savunma stratejisi dersi olarak geçecek olan Nusrat mayın gemisinin bir gece önce sabaha kadar Boğaz’a döşediği mayınlara çarparak battılar. Bir diğer zırhlı, gövdesinde açılan büyük yırtıktan dolayı Bozcaada’da karaya oturdu. Bir İngiliz zırhlısı daha mayına çarparak işlevini yitirdi ve Boğaz’da sürüklenmeye başladı. Ve en uzun süreyle direnen, usta manevralarıyla tabyalardaki topçularımızın bile takdiri toplayan son zırhlı da bir mayına dokunarak batınca sadece 7 saat süren ama birkaç ömüre yetecek savaş BİTTİ. Tarihin bu en büyük Birleşik Deniz Gücü, yarıdan fazlasını yitirdiği donanmasıyla çekildiler, Çanakkale Boğazı’nı terk ettiler.

Haber, uzaktaaan uzağa; yaşananların, kayıpların, fedakarlıkların boyutunu anlamalarına imkan olmayan, zaten süreçten çok sonuca önem veren Saray’a bildirilince şaşkınlıkla karışık bir sevinç dalgası sardı her yanı. Hayatında bir savaş bile yönetmemiş olan Enver paşa; Genel Kurmay Başkanı olarak taşıdığı unvandan dolayı kendisine yöneltilen tebrikleri kabul etmekte hiç bir beis görmüyordu. Ama asıl kıyamet, zafer haberinin kulaktan kulağa yayıldığı İstanbul sokaklarında kopuyordu. Süleymaniye Camisi’nin yaşlı mahyacısı iki minare arasına; o günden sonra neredeyse özdeyişe dönüşecek olan iki kelimelik bir mahya gerdirdi: ‘Çanakkale geçilmez.’

Sevgili okurlar; bir kahramanlık destanını birkaç sayfaya, bir küllerinden doğuş efsanesini sadece istatistiklere sığdırmanın imkanı var mı? Okuduklarımı, bildiklerimi, gezerek gördüklerimi, duygu ve düşüncelerimi anlatmaya kalksam bu değerli derginin hak edilmemiş bir bölümünü işgal etmem gerekir. Çanakkale yılların savaş yorgunu bir ulusun ümmetlikten milletliğe doğru uzanacak hikayesinin başlangıcıdır. Geride 100.000’in üzerinde şehit ve her tabyada, her cephede, her kışlada insanına güvenen, inanan subaylarımızın yönetiminde inanılmaz bir özveriyle kenetlenmiş askerimizin küçüklü büyüklü yüzlerce anısını bırakmış bir yeniden ayağa kalkış öyküsüdür. O anıların her biri yaşanmıştır, her biri değerlidir. Ama Edremitli Seyit’in, topun yuvasına mermi süren vincin bozulması üzerine 275 kiloluk top mermilerini kulaklarından ve burnundan kan gelerek, kemikleri çatırdayarak o kutlu sırtında taşıyıp belki de düşman donanmasının çözülmesinin ilk kıvılcımının ateşlendiği Bouvet zırhlısının batırılmasını sağlaması en unutulmazları arasındadır.

Bir ulus düşünün ki kendisinden kat kat büyük insan ve silah gücünden oluşmuş, kendilerini dünyanın efendileri sanan bir Birleşik Güce karşı dillerinde şu türküyle yürümektedir:
“Annem beni yetiştirdi
Bu ellere yolladı
Al sancağı teslim etti
Allaha ısmarladı.
Sütüm sana helal olmaz
Kurtarmazsan vatanı…”

Bu yıl Çanakkale Zaferi’nin 100. Yıldönümü. Bundan tam yüzyıl önce; analarının yetiştirdiği, o ellere yolladığı, al sancağı teslim ettiği, sütlerinin her damlasını hak ederek vatanı kurtaran o çocuklar bir kere bile ‘Gençliğim eyvah’ diye düşünmeden toprağa düştüler. Tariflere sığmayacak şükran duygularımla rahmet diliyorum.

Dip not: Bir dostumdan dinlediğim bir anıyı da son söz olarak paylaşmak istiyorum. Avusturya’daki bir askeri müzeyi gezerken, özel bir köşede sergilenen Osmanlı ordusunun bir sancağını görmüş. Kahrolarak yanına gidince altında üç dilde yazılmış bir plaka görmüş. Şu yazıyormuş: “Bu; Çanakkale Savaşı sırasında açılan bir sancaktır. Ama sakın ele geçirildiği sanılmasın. Bu sancağın ait olduğu alay, son eri ölene kadar savaşmış ve o son erin elinde yere düşmüştür. Toprağa karışmaması ve kaybolmaması için saygı gereği olarak alınmış ve muhafaza edilmektedir.”

Kaynakça:
Turgut Özakman        : Diriliş Çanakkale 1915
Çeşitli internet araştırma ve kaynakları.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder