“Ben
Böyle Veda Etmeliyim.” İsmail Cem’in, hastalığının son aylarında, Can
Dündar ile yaptığı uzun söyleşide; anı, görüş ve düşüncelerinin toplandığı
kitabın adı bu. Çocukluğunu soruyor Can Dündar İsmail Cem’e ilk olarak. Aldığı
yanıt; “Çocukluk, mutluluk demek.”
Ben ve Ayvalık’taki yaşıtlarım, sorulsa aynı
cevabı verebileceğimiz bir çocukluk yaşadık. Hiçbirimiz çok varlıklı ailelerin
çocukları değildik ama mahallemiz, komşularımız, arkadaşlarımız... güneşimiz,
denizimiz, toprağımız... bahçemiz, meyvemiz, sebzemiz... sağlığımız, neşemiz,
oyunlarımız... kısacası her şeyimiz
vardı. Dokuz tane düz taş bulmak ve üst üste koymak, iki takıma ayrılarak o
taşları devirmeye çalışmak tüm öğleden sonramızı ‘dokuz taş’ ya da anlamını bilmediğimiz halde o şekilde
adlandırdığımız ‘dalila’ oyunu ile
geçirmemize yeterdi. ‘Esir almaca’
oyunu için oyuncağa gerek yoktu ki, mahalleli çocukların bir araya gelmesi
yeterdi. Dayanışmanın, yardımlaşmanın, ekip çalışmasının ilk tohumlarının o
oyunlarda atıldığını fark etmiyorduk o zamanlar elbette. ‘Taş taş üstüne’ için iki tane büyük, ‘kız oyunu’ diye
küçümsediğimiz ama gizliden hepimizin oynadığı ‘beş taş’ için beş tane küçük taş saatlerce oyalardı bizi. ‘Saklambaç’ta ne gizli köşeler, ne
bodrum katları, ne dam altları keşfettik. Paramız olduğunda birkaç kuruşa kıyıp
aldığımız ve her birini elmas damlaları gibi gözümüzden sakındığımız tek
oyuncağımız herhalde ‘bilye’ idi.
‘Kafakarış’ın kurallarını biz koyar, biz bozardık. Ablalarımızın,
ağabeylerimizin gençliklerinde bir ara moda olan ‘Hoolahoop’ çemberini bile, bahçe hortumunun ucundan kesip kıvırarak
kendimiz yapardık.
Birkaç yıl önce ‘asrın icadı’ diye köpürtülüp
sonunda altından çıka çıka tek ayakla yürütülen ‘tornetin’ çıktığı oyuncağı biz
Ayvalıklı çocuklar elli yıl önce yapmıştık. Telden yapılma, ucu kanca gibi
kıvrılmış bir dirgen ve çemberin peşinde, hayali otomobilleri sürerek ve çocuk
gırtlaklarımızdan garip motor sesleri çıkararak koştururduk. Kimi zaman
bahçedeki iki tahtanın birbirine çakılarak yapıldığı ‘kılıç’larımızla Errol
Flynn gibi korsan olurduk, kimi zaman kargıdan atlarımıza atlayıp oyunda yer
almayı kabul eden mahallenin kızlarını kötü adamlardan kurtaran Tyrone Power
gibi kovboy. Rahmetli Nihat (Ezer)
amcamızın bodrumunda, Fazıl (Baskın)
ağabeyin iki mum, bir tülbent, kendi elleriyle kesip biçtiği, yapıştırdığı
kahramanlarla ‘Karagöz-Hacivat’
oynatırken, bu geleneksel seyirlik oyunun gelmiş geçmiş en büyük üstadı olan
Hayali Küçük Ali’nin sesini taklit etmeye çalışmasını kahkahalarla izlerdik. Hiçbirimiz
zengin aile çocukları değildik. Ama belki de en büyük zenginliğimiz, o yaşlarda
adını koyamıyor olsak da, en küçük bir olanaktan bile bir oyun, bir eğlence
yaratmayı bilen ‘hayal gücümüz’dü.
Öte yandan hepimizin ortak bir arkadaşı daha
vardı. Neredeyse doğduğumuz andan itibaren kokusuyla, dokusuyla benimsediğimiz,
sevdamızın hiç tükenmediği engiiiin bir dost: Deniz! Günümüzün neredeyse 6-7 saati bu dostumuzun kollarında
geçerdi. Nasıl her yaz geldiğinde evlerde hummalı bir faaliyet başlar,
kışlıklar naftalinlenip kaldırılır, yazlıklar çıkarılır, kış yorgunu yün
yataklar gezici ‘pamuk atıcılar’ tarafından havalandırılır, ‘atılır’sa, bizim
mahallenin çocuklarının da ritüel halini almış bir ‘yaz hazırlığı’ olurdu.
Biz; özellikle son onlu yıllarda birçok ithal
kavram gibi hayatımıza giren otomatik, 30-40 metreye uzanan oltaları bilmezdik.
Oyuncaklarımızın çoğunu olduğu gibi av aletlerimizi de kendimiz yapardık. Yaz
başında ilk iş olarak; izini kaybettiklerimi sevgiyle andığım, bazılarıyla ise
hayatın içinde derinleşen dostluklarımızı hala sürdürdüğüm; Bülent (Şentay), Dinçer (Demirli), Salih
(Ezer), Sabri (İskit), Sinan (Akıncı) ve bendenizden oluşan
mahallenin bıçkınları (!) Sarımsaklı’ya kadar yürürdük. Çünkü en iyi kargılar,
bugünkü şehir görünümünden çok uzak olan o günlerin Sarımsaklı’sında, yol
kenarlarında kendiliğinden biterdi. Üçer beşer keser ve peşimizden sürükleyerek
mahalleye dönerdik. O kargılar özenle temizlenirdi. Sonra Ayvalık halinde,
çeşmenin hemen karşısında daracık bir yer işgal eden balıkçılık malzemeleri
dükkanından (hemen yanında Ayvalık’ın efsanevi kasaplarından olan Zaro Hasan’ın
dükkanı vardı), çeşit çeşit olta iğnesi, misina, küçük kurşunlar alınır ve ya
bizim, ya da Bülentlerin bahçesinde toplu olarak çalışıp kargıların hazırlığını
bitirirdik. Artık geriye, bir yaz boyu her gün 41 Evler otobüs durağının hemen
arkasındaki Üç Kayalar’da, Kapri’ye doğru uzanan kayalıklarda ya da Çamlığa
doğru belimize kadar girdiğimiz suda geçirilecek saatler kalırdı. Akşam üzeri,
sanki fethedilmiş ülkelerden dönerken açılan sancaklar gibi misinamıza
dizdiğimiz ısparoz, sarpa, arada bir karagözden oluşan gündelik hasılatla
mahalleye girerdik. Bizi en yürekten karşılayan topluluk, yine ve ne güzel ki,
çocukluğumuzun ayrılmaz bir başka parçası olan mahallenin kedileri olurdu.
Gün içinde karnımız acıktığında çözümümüz,
küçük bir ateş üzerine atılan bir teneke parçasında pişirdiğimiz, bütün sahil
boyunca bizi bekleyen, elimizi atıp topladığımız midyeler, özene bezene
temizlediğimiz kara dikenler (çok ileride, bunun isminin deniz kestanesi
olduğunu öğrenmiş bir türlü ısınamamıştım, benim için kara diken hala kendini
çok iyi anlatan bir isim) olurdu. Kaçınılmaz olarak, ‘yaramazdık’. Rahmetli Ali
beyin şimdi yerinde Ülgen apartmanının olduğu, göz alabildiğine uzanan bakla
tarlası, rahmetli Mehmet Süner’in inanılmaz çeşitlilikteki meyve bahçesi, Çadır
Pansiyon’un önünde, deniz kenarında büyüyen iğde ağaçları kendilerine çok
çektirdiğimiz, çekim merkezlerimizdi.
Galiba çocukluğun en güzel yanlarından biri, o
dönemi yaşarken ismini koyamasak da, ‘sorumsuzluk’
ve bunun getirdiği, İsmail Cem’in bir cümlecikle özetlediği ‘mutluluk’tu. Ve bu mutluluğun kaynağı, o
yıllarda, Ayvalık’ta büyümekti. Sonra... Sonrası yazının başlığında.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder