25 Aralık 2015 Cuma

BÜYÜDÜK


Ben Böyle Veda Etmeliyim.” İsmail Cem’in, hastalığının son aylarında, Can Dündar ile yaptığı uzun söyleşide; anı, görüş ve düşüncelerinin toplandığı kitabın adı bu. Çocukluğunu soruyor Can Dündar İsmail Cem’e ilk olarak. Aldığı yanıt; “Çocukluk, mutluluk demek.”
Ben ve Ayvalık’taki yaşıtlarım, sorulsa aynı cevabı verebileceğimiz bir çocukluk yaşadık. Hiçbirimiz çok varlıklı ailelerin çocukları değildik ama mahallemiz, komşularımız, arkadaşlarımız... güneşimiz, denizimiz, toprağımız... bahçemiz, meyvemiz, sebzemiz... sağlığımız, neşemiz, oyunlarımız... kısacası her şeyimiz vardı. Dokuz tane düz taş bulmak ve üst üste koymak, iki takıma ayrılarak o taşları devirmeye çalışmak tüm öğleden sonramızı ‘dokuz taş’ ya da anlamını bilmediğimiz halde o şekilde adlandırdığımız ‘dalila’ oyunu ile geçirmemize yeterdi. ‘Esir almaca’ oyunu için oyuncağa gerek yoktu ki, mahalleli çocukların bir araya gelmesi yeterdi. Dayanışmanın, yardımlaşmanın, ekip çalışmasının ilk tohumlarının o oyunlarda atıldığını fark etmiyorduk o zamanlar elbette. ‘Taş taş üstüne’ için iki tane büyük, ‘kız oyunu’ diye küçümsediğimiz ama gizliden hepimizin oynadığı ‘beş taş’ için beş tane küçük taş saatlerce oyalardı bizi. ‘Saklambaç’ta ne gizli köşeler, ne bodrum katları, ne dam altları keşfettik. Paramız olduğunda birkaç kuruşa kıyıp aldığımız ve her birini elmas damlaları gibi gözümüzden sakındığımız tek oyuncağımız herhalde ‘bilye’ idi. ‘Kafakarış’ın kurallarını biz koyar, biz bozardık. Ablalarımızın, ağabeylerimizin gençliklerinde bir ara moda olan ‘Hoolahoop’ çemberini bile, bahçe hortumunun ucundan kesip kıvırarak kendimiz yapardık.
Birkaç yıl önce ‘asrın icadı’ diye köpürtülüp sonunda altından çıka çıka tek ayakla yürütülen ‘tornetin’ çıktığı oyuncağı biz Ayvalıklı çocuklar elli yıl önce yapmıştık. Telden yapılma, ucu kanca gibi kıvrılmış bir dirgen ve çemberin peşinde, hayali otomobilleri sürerek ve çocuk gırtlaklarımızdan garip motor sesleri çıkararak koştururduk. Kimi zaman bahçedeki iki tahtanın birbirine çakılarak yapıldığı ‘kılıç’larımızla Errol Flynn gibi korsan olurduk, kimi zaman kargıdan atlarımıza atlayıp oyunda yer almayı kabul eden mahallenin kızlarını kötü adamlardan kurtaran Tyrone Power gibi kovboy. Rahmetli Nihat (Ezer) amcamızın bodrumunda, Fazıl (Baskın) ağabeyin iki mum, bir tülbent, kendi elleriyle kesip biçtiği, yapıştırdığı kahramanlarla ‘Karagöz-Hacivat’ oynatırken, bu geleneksel seyirlik oyunun gelmiş geçmiş en büyük üstadı olan Hayali Küçük Ali’nin sesini taklit etmeye çalışmasını kahkahalarla izlerdik. Hiçbirimiz zengin aile çocukları değildik. Ama belki de en büyük zenginliğimiz, o yaşlarda adını koyamıyor olsak da, en küçük bir olanaktan bile bir oyun, bir eğlence yaratmayı bilen ‘hayal gücümüz’dü. 
Öte yandan hepimizin ortak bir arkadaşı daha vardı. Neredeyse doğduğumuz andan itibaren kokusuyla, dokusuyla benimsediğimiz, sevdamızın hiç tükenmediği engiiiin bir dost: Deniz! Günümüzün neredeyse 6-7 saati bu dostumuzun kollarında geçerdi. Nasıl her yaz geldiğinde evlerde hummalı bir faaliyet başlar, kışlıklar naftalinlenip kaldırılır, yazlıklar çıkarılır, kış yorgunu yün yataklar gezici ‘pamuk atıcılar’ tarafından havalandırılır, ‘atılır’sa, bizim mahallenin çocuklarının da ritüel halini almış bir ‘yaz hazırlığı’ olurdu.
Biz; özellikle son onlu yıllarda birçok ithal kavram gibi hayatımıza giren otomatik, 30-40 metreye uzanan oltaları bilmezdik. Oyuncaklarımızın çoğunu olduğu gibi av aletlerimizi de kendimiz yapardık. Yaz başında ilk iş olarak; izini kaybettiklerimi sevgiyle andığım, bazılarıyla ise hayatın içinde derinleşen dostluklarımızı hala sürdürdüğüm; Bülent (Şentay), Dinçer (Demirli), Salih (Ezer), Sabri (İskit), Sinan (Akıncı) ve bendenizden oluşan mahallenin bıçkınları (!) Sarımsaklı’ya kadar yürürdük. Çünkü en iyi kargılar, bugünkü şehir görünümünden çok uzak olan o günlerin Sarımsaklı’sında, yol kenarlarında kendiliğinden biterdi. Üçer beşer keser ve peşimizden sürükleyerek mahalleye dönerdik. O kargılar özenle temizlenirdi. Sonra Ayvalık halinde, çeşmenin hemen karşısında daracık bir yer işgal eden balıkçılık malzemeleri dükkanından (hemen yanında Ayvalık’ın efsanevi kasaplarından olan Zaro Hasan’ın dükkanı vardı), çeşit çeşit olta iğnesi, misina, küçük kurşunlar alınır ve ya bizim, ya da Bülentlerin bahçesinde toplu olarak çalışıp kargıların hazırlığını bitirirdik. Artık geriye, bir yaz boyu her gün 41 Evler otobüs durağının hemen arkasındaki Üç Kayalar’da, Kapri’ye doğru uzanan kayalıklarda ya da Çamlığa doğru belimize kadar girdiğimiz suda geçirilecek saatler kalırdı. Akşam üzeri, sanki fethedilmiş ülkelerden dönerken açılan sancaklar gibi misinamıza dizdiğimiz ısparoz, sarpa, arada bir karagözden oluşan gündelik hasılatla mahalleye girerdik. Bizi en yürekten karşılayan topluluk, yine ve ne güzel ki, çocukluğumuzun ayrılmaz bir başka parçası olan mahallenin kedileri olurdu.
Gün içinde karnımız acıktığında çözümümüz, küçük bir ateş üzerine atılan bir teneke parçasında pişirdiğimiz, bütün sahil boyunca bizi bekleyen, elimizi atıp topladığımız midyeler, özene bezene temizlediğimiz kara dikenler (çok ileride, bunun isminin deniz kestanesi olduğunu öğrenmiş bir türlü ısınamamıştım, benim için kara diken hala kendini çok iyi anlatan bir isim) olurdu. Kaçınılmaz olarak, ‘yaramazdık’. Rahmetli Ali beyin şimdi yerinde Ülgen apartmanının olduğu, göz alabildiğine uzanan bakla tarlası, rahmetli Mehmet Süner’in inanılmaz çeşitlilikteki meyve bahçesi, Çadır Pansiyon’un önünde, deniz kenarında büyüyen iğde ağaçları kendilerine çok çektirdiğimiz, çekim merkezlerimizdi.
Galiba çocukluğun en güzel yanlarından biri, o dönemi yaşarken ismini koyamasak da, ‘sorumsuzluk’ ve bunun getirdiği, İsmail Cem’in bir cümlecikle özetlediği ‘mutluluk’tu. Ve bu mutluluğun kaynağı, o yıllarda, Ayvalık’ta büyümekti. Sonra... Sonrası yazının başlığında. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder