12 Temmuz 2014 Cumartesi

ÇATI-3... (Geçen haftadan devam.)


ÇATI-3... (Geçen haftadan devam.)
Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine iki haftadır yazıyor oluğum dizinin bu üçüncü yazısında düşüncelerimi genelden özele indirerek daha ete kemiğe büründürmeye çalışacağım. Evet Sayın Kılıçdaroğlu ve Sayın Bahçeli’nin uzlaşısı sonucunda mevcut alternatifin karşısına çıkmak üzere önümüze bir aday konuldu: Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu. Ve ilk yazımın sonunda da söylediğim gibi bir fırtınadır koptu. Karşıt görüşler dillendirilmeye başlandı. Ekmeleddin beyin yakın geçmişte üstlendiği görevler nedeniyle ne Atatürk karşıtlığı kaldı, ne laisizme inanmadığı. Eleştirilere dayanak gösterilen noktaların bazıları bence komik bile değil. Adının ‘dinen kusursuz’ anlamına gelmesi bir şeylerin işareti sayılıyor. Mısır’da doğmuş olmasından, babasının geçmişinden kendisi sorumlu tutuluyor. Bu konulara olan yaklaşımını; “Yıllardır kitaplarımda anlattım, bir okuyun, öyle tartışalım.” diye cevaplıyor. Bir yerlerden çocukluk ya da okul arkadaşları türüyor ve sanki bir suçmuş gibi, sanki bir bilinmeyeni ifşa ediyor havalarında, hiç bir yere varmayan, ortaya söylenmiş, nereye çekersen oraya gidebilecek olan; “Bir kenara çekilip namazını kılardı.” gibi veciz (!) açıklamalar yapıyorlar. Sanal alemin serbest kürsüsünde herkes iki kere bile düşünmeden çala klavye aklına gelen herşeyi yazıyor.

İşi gerçekten araştırmacı gazetecilik olan, yıllarını bu alanda geçirmiş, deneyimli yazar ve düşün adamlarının dışında, o Cumhurbaşkanı’nı seçecek olan sıradan insanların; yani benim, senin, bizim, hiç birimizin Sayın İhsanoğlu’nu, hakkında bütün bunları söyleyecek ya da yazabilecek kadar iyi tanıdığımızı sanmıyorum. Öte yandan bu da öne sürülen eleştiri konularından biri; yani kimsenin kendisini tanımadığı. Hal buysa bu noktada şu soruyu sormadan da edemiyorum. Yine uzmanlıkları bu alanda olan kişiler dışında hangimiz Sayın Fahri Korutürk’ü ya da Sayın Ahmet Necdet Sezer’i o makama gelene kadar tanıyorduk? Ortalama, gündelik bilgiye sahip olanlarımız en fazla, Sayın Korutürk’ün Deniz Kuvvetleri Komutanı, Oramiral ve sonrasında Moskova ve Madrid Büyükelçisi ve Sayın Sezer’in uzun bir hukuk merdivenine tırmandıktan sonra Anayasa Mahkemesi Başkanlığı basamağına ulaştığını biliyorduk, hepsi bu. Ama ikisi de kendi dönemlerinde Türkiye Cumhuriyeti’ni layıkıyla temsil ederek ve yasaların kendilerine verdiği görevleri en kusursuz biçimde yerine getirerek Cumhurbaşkanlığı galerisindeki onurlu yerlerini aldılar. Bu isimleri telaffuz eder etmez akıllarda oluşacak ya da dillendirilecek; “Kimlerle kimi karşılaştırıyorsun?” eleştirilerini duyar gibiyim. Ama dışarıdan bakabilen okurların; muradımın ne olduğunu anladığından eminim.

Bir başka ve güleyim mi ağlayayım mı şaşırdığım payandasız eleştiri; adının zor telaffuz edildiği, insanların sahiplenemeyeceği, alışamayacağı. Biz düne kadar bilmediğimiz ne adlara alıştık da yıllardır telaffuz ediyoruz. Üstelik o makama seçilecek kişinin; adından önce sıfatı gelir. Sayın Cumhurbaşkanı!
O kadar! Elbette eleştirilerin hepsi bu kadar sığ değil, kendisinin ‘görünürdeki’ kimliği ve dünya görüşü üzerine, gerçekten alanının uzmanı olan bazı kalemlerin çok ciddi incelemeleri, açıklamaları var. Onları da okuyorum, bilgileniyorum, sorguluyorum ama gelip gelip; geride bıraktığım yazılarımdan birinde yine o belirli kişiye atfen aktardığım meşhur Bektaşi fıkrasını düşünmeden de edemiyorum. Kendimi tekrarlama pahasına ve sabrınıza sığınarak bir kez daha hatırlatacağım. Birkaç ehl-i keyf Bektaşiye gelip; “Yahu erenler. Elimizde iki testi şarap var, sen bu işten iyi anlarsın, şunların tatlarına bir bak da söyle hangisini içelim?” diye danışmışlar. Bektaşi önce birinin tadına bakmış ve “Siz diğer şarabı için.” demiş. “İyi de...” demişler, “daha onun tadına bakmadın ki!” “Hiçbiri bu içtiğim kadar kötü olamaz. Siz diğerini için.” demiş.

(Haftaya... Bitiriyorum, söz!)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder