ÇATI-3... (Geçen
haftadan devam.)
Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine iki haftadır yazıyor oluğum dizinin bu
üçüncü yazısında düşüncelerimi genelden özele indirerek daha ete kemiğe
büründürmeye çalışacağım. Evet Sayın Kılıçdaroğlu ve Sayın Bahçeli’nin uzlaşısı
sonucunda mevcut alternatifin karşısına çıkmak üzere önümüze bir aday konuldu: Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu. Ve ilk
yazımın sonunda da söylediğim gibi bir fırtınadır koptu. Karşıt görüşler
dillendirilmeye başlandı. Ekmeleddin beyin yakın geçmişte üstlendiği görevler
nedeniyle ne Atatürk karşıtlığı kaldı, ne laisizme inanmadığı. Eleştirilere
dayanak gösterilen noktaların bazıları bence komik bile değil. Adının ‘dinen kusursuz’ anlamına gelmesi bir
şeylerin işareti sayılıyor. Mısır’da doğmuş olmasından, babasının geçmişinden
kendisi sorumlu tutuluyor. Bu konulara olan yaklaşımını; “Yıllardır kitaplarımda anlattım, bir okuyun, öyle tartışalım.” diye
cevaplıyor. Bir yerlerden çocukluk ya da okul arkadaşları türüyor ve sanki bir suçmuş
gibi, sanki bir bilinmeyeni ifşa ediyor havalarında, hiç bir yere varmayan,
ortaya söylenmiş, nereye çekersen oraya gidebilecek olan; “Bir kenara çekilip namazını kılardı.” gibi veciz (!) açıklamalar yapıyorlar.
Sanal alemin serbest kürsüsünde herkes iki kere bile düşünmeden çala klavye
aklına gelen herşeyi yazıyor.
İşi gerçekten araştırmacı gazetecilik olan, yıllarını bu alanda geçirmiş,
deneyimli yazar ve düşün adamlarının dışında, o Cumhurbaşkanı’nı seçecek olan
sıradan insanların; yani benim, senin, bizim, hiç birimizin Sayın İhsanoğlu’nu,
hakkında bütün bunları söyleyecek ya da yazabilecek kadar iyi tanıdığımızı
sanmıyorum. Öte yandan bu da öne sürülen eleştiri konularından biri; yani
kimsenin kendisini tanımadığı. Hal buysa bu noktada şu soruyu sormadan da
edemiyorum. Yine uzmanlıkları bu alanda olan kişiler dışında hangimiz Sayın
Fahri Korutürk’ü ya da Sayın Ahmet Necdet Sezer’i o makama gelene kadar
tanıyorduk? Ortalama, gündelik bilgiye sahip olanlarımız en fazla, Sayın
Korutürk’ün Deniz Kuvvetleri Komutanı, Oramiral ve sonrasında Moskova ve Madrid
Büyükelçisi ve Sayın Sezer’in uzun bir hukuk merdivenine tırmandıktan sonra
Anayasa Mahkemesi Başkanlığı basamağına ulaştığını biliyorduk, hepsi bu. Ama
ikisi de kendi dönemlerinde Türkiye Cumhuriyeti’ni layıkıyla temsil ederek ve
yasaların kendilerine verdiği görevleri en kusursuz biçimde yerine getirerek
Cumhurbaşkanlığı galerisindeki onurlu yerlerini aldılar. Bu isimleri telaffuz
eder etmez akıllarda oluşacak ya da dillendirilecek; “Kimlerle kimi
karşılaştırıyorsun?” eleştirilerini duyar gibiyim. Ama dışarıdan bakabilen
okurların; muradımın ne olduğunu anladığından eminim.
Bir başka ve güleyim mi ağlayayım mı şaşırdığım payandasız eleştiri; adının
zor telaffuz edildiği, insanların sahiplenemeyeceği, alışamayacağı. Biz düne
kadar bilmediğimiz ne adlara alıştık da yıllardır telaffuz ediyoruz. Üstelik o
makama seçilecek kişinin; adından önce sıfatı gelir. Sayın Cumhurbaşkanı!
O kadar! Elbette eleştirilerin hepsi bu kadar sığ değil, kendisinin ‘görünürdeki’
kimliği ve dünya görüşü üzerine, gerçekten alanının uzmanı olan bazı kalemlerin
çok ciddi incelemeleri, açıklamaları var. Onları da okuyorum, bilgileniyorum,
sorguluyorum ama gelip gelip; geride bıraktığım yazılarımdan birinde yine o belirli
kişiye atfen aktardığım meşhur Bektaşi fıkrasını düşünmeden de edemiyorum.
Kendimi tekrarlama pahasına ve sabrınıza sığınarak bir kez daha hatırlatacağım.
Birkaç ehl-i keyf Bektaşiye gelip; “Yahu erenler. Elimizde iki testi şarap var,
sen bu işten iyi anlarsın, şunların tatlarına bir bak da söyle hangisini
içelim?” diye danışmışlar. Bektaşi önce birinin tadına bakmış ve “Siz diğer
şarabı için.” demiş. “İyi de...” demişler, “daha onun tadına bakmadın ki!”
“Hiçbiri bu içtiğim kadar kötü olamaz. Siz diğerini için.” demiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder