Meslekleri, özgeçmişleri, siyasi birikimleri ne kadar farklı olursa olsun;
yakın tarihimiz boyunca ülkemiz siyasetinde söz sahibi olmuş Sosyal Demokrat
liderlerin hemen hepsinde (hemen hepsi diyorum çünkü ne yazık ki öyle
olmayanları da sırtımızda uzun süre taşıma zorunda kaldık) bazı ortak değerler
gözümüze çarpar. Önce insan odaklıdırlar, Atatürk’e, ilkelerine yürekten
bağlıdırlar, Türkiye’ye sevdalıdırlar, kültüre ve güzel sanatlara değer
verirler, ayırımcı değil, birleştiricidirler... Daha eklenebilecek birçok
hasletin yanı sıra hepsinde ortak olan bir özellik daha vardır. Giderek
köklerinden kopartılan ve başka hayatlar yaşamaya sürüklenen toplumumuzun,
özellikle yöneticilerimizin ve siyasetçilerimizin unutuyor olduğu bir özellik: Nezaket.
İlk akla gelen elbette (kendisinin siyasete kazandırdığı bir hitap
sözcüğüyle) Sayın Bülent Ecevit’tir. Onu elbette Sayın Erdal İnönü izler. Sayın
Aydın Güven Gürkan, ilk iki isimden hiç de aşağı kalmayan bir beyefendidir.
Sevgili okurlar; bu
yazılarda sıklıkla hatırlattığım gibi; dile getirdiklerim, düşüncelerim,
inandıklarım, yazdıklarım tamamiyle benim öznel değerlendirmelerimdir. Katılan
olur, katılmayan olur. Kabul ya da reddeden olur. ‘Amma saçmalamış’ diyen ya da
‘en azından değerlendirmeye değer bulan’ olur. Geçen haftaki yazımın başında
söylediğim gibi; bu noktaya kadar yazdıklarım ve bundan sonra yazacaklarım
kesinlikle sizleri bir şeylere ‘ikna etme’ amacına yönelik değildir ve hepsi, ‘bana göre’ doğrulardır. Bu; ara açıklamayı
yapmamın nedenini gelen ilk cümlede anlayacaksınız sanırım:
‘Bana göre’ Sayın Kemal
Kılıçdaroğlu, özellikleri itibariyle yukarıda sıraladığım lider zincirinin son
halkasıdır. Zaten kişisel erdemleri ve değeri zaman zaman ikinci plana
atılarak, geçmişte diğerlerine olduğu gibi kendisine de partilisi, partisizi tarafından
bu kadar sert, acımasız eleştirilerde bulunulabilmesinin temel nedeni de bu
nezaket kültürü ve tahammül eşiğidir. Çünkü toplumumuz hayatın her alanında
olduğu gibi siyasette de ‘kavga’ya alıştırılmıştır. Bir liderin yönetici
vasfını tariflemek için ulusal ya da uluslararası ilişkilerde ‘masaya yumruğunu vurduğu gibi...’
benzetmesi yapılır. Sonradan sözünden geri dönse, tükürdüğü yalatılsa, o yumruk
boğazına tıkansa, özellikle dış siyasette ‘kabadayılığa’ hiç yer olmadığını
unutarak yaptığı ve söylediği her şeyden geri adım atmaya mecbur bırakılsa da ne
gam.
Geçen haftaki, bu haftaki ve görünen o ki gelecek haftaki yazılarımın
konusunun yukarıdaki uzun girizgahla olan ilişkisini de Sayın Kılıçdaroğlu’nun
son ve bugüne kadarki en ağır eleştirilerle karşılanan seçimi ve kararı
oluşturmaktadır. Yani şu ‘çatı aday’
meselesi. Daha önce örneklerini gördüğümüz ve kendi adıma yukarıdaki listeye asla
almayacağım selefinin benzer durumlarda yaptığının aksine, Sayın Kılıçdaroğlu,
siyasi geleceği için büyük bir riskin altına girme pahasına bir aday önermiş,
yine son örneğini Ecevit-Bahçeli-Yılmaz koalisyonununda gördüğümüz bir siyasi
nezaket ve karşılıklı saygı çerçevesinde bu adayı Sayın Devlet Bahçeli’nin
oluruna sunmuş ve adayın ismi üzerinde bir uzlaşmaya varılmıştır. Her şeyden
önce buna ihtiyacımız vardır. Parti genel başkanlarının, kendi koltuklarından
önce ülke yararlarını düşünmelerine. Çünkü son on iki yıldır bunun aksini
yaşamaktayız. Sonucun istedikleri gibi olup olamayacağını şimdiden bilme
şansımız yok. Ama aksinin olması; yani gücün; fiiliyatın yanı sıra resmi olarak
da tek bir kişinin elinde toplanması, bir başka ifadeyle yeni kiracının, her
konuda olduğu gibi yine koşullarını sadece kendisinin belirleyeceği bir
kontratla Çankaya Köşküne yerleşmesi ve adını bir kez bile anmaktan adeta ürktüğü
Ulu Önder Atatürk’ün koltuğuna oturması durumunda ülkemizin bugün bulunduğu
noktayı bile aratacak günlere doğru ‘yola’
devam’ edeceğini görmek için de kahin olmaya gerek yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder