5 Temmuz 2014 Cumartesi

ÇATI-2... (Geçen haftadan devam.)

Meslekleri, özgeçmişleri, siyasi birikimleri ne kadar farklı olursa olsun; yakın tarihimiz boyunca ülkemiz siyasetinde söz sahibi olmuş Sosyal Demokrat liderlerin hemen hepsinde (hemen hepsi diyorum çünkü ne yazık ki öyle olmayanları da sırtımızda uzun süre taşıma zorunda kaldık) bazı ortak değerler gözümüze çarpar. Önce insan odaklıdırlar, Atatürk’e, ilkelerine yürekten bağlıdırlar, Türkiye’ye sevdalıdırlar, kültüre ve güzel sanatlara değer verirler, ayırımcı değil, birleştiricidirler... Daha eklenebilecek birçok hasletin yanı sıra hepsinde ortak olan bir özellik daha vardır. Giderek köklerinden kopartılan ve başka hayatlar yaşamaya sürüklenen toplumumuzun, özellikle yöneticilerimizin ve siyasetçilerimizin unutuyor olduğu bir özellik: Nezaket.
İlk akla gelen elbette (kendisinin siyasete kazandırdığı bir hitap sözcüğüyle) Sayın Bülent Ecevit’tir. Onu elbette Sayın Erdal İnönü izler. Sayın Aydın Güven Gürkan, ilk iki isimden hiç de aşağı kalmayan bir beyefendidir.

Sevgili okurlar; bu yazılarda sıklıkla hatırlattığım gibi; dile getirdiklerim, düşüncelerim, inandıklarım, yazdıklarım tamamiyle benim öznel değerlendirmelerimdir. Katılan olur, katılmayan olur. Kabul ya da reddeden olur. ‘Amma saçmalamış’ diyen ya da ‘en azından değerlendirmeye değer bulan’ olur. Geçen haftaki yazımın başında söylediğim gibi; bu noktaya kadar yazdıklarım ve bundan sonra yazacaklarım kesinlikle sizleri bir şeylere ‘ikna etme’ amacına yönelik değildir ve hepsi, ‘bana göre’ doğrulardır. Bu; ara açıklamayı yapmamın nedenini gelen ilk cümlede anlayacaksınız sanırım:

Bana göre’ Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, özellikleri itibariyle yukarıda sıraladığım lider zincirinin son halkasıdır. Zaten kişisel erdemleri ve değeri zaman zaman ikinci plana atılarak, geçmişte diğerlerine olduğu gibi kendisine de partilisi, partisizi tarafından bu kadar sert, acımasız eleştirilerde bulunulabilmesinin temel nedeni de bu nezaket kültürü ve tahammül eşiğidir. Çünkü toplumumuz hayatın her alanında olduğu gibi siyasette de ‘kavga’ya alıştırılmıştır. Bir liderin yönetici vasfını tariflemek için ulusal ya da uluslararası ilişkilerde ‘masaya yumruğunu vurduğu gibi...’ benzetmesi yapılır. Sonradan sözünden geri dönse, tükürdüğü yalatılsa, o yumruk boğazına tıkansa, özellikle dış siyasette ‘kabadayılığa’ hiç yer olmadığını unutarak yaptığı ve söylediği her şeyden geri adım atmaya mecbur bırakılsa da ne gam.

Geçen haftaki, bu haftaki ve görünen o ki gelecek haftaki yazılarımın konusunun yukarıdaki uzun girizgahla olan ilişkisini de Sayın Kılıçdaroğlu’nun son ve bugüne kadarki en ağır eleştirilerle karşılanan seçimi ve kararı oluşturmaktadır. Yani şu ‘çatı aday’ meselesi. Daha önce örneklerini gördüğümüz ve kendi adıma yukarıdaki listeye asla almayacağım selefinin benzer durumlarda yaptığının aksine, Sayın Kılıçdaroğlu, siyasi geleceği için büyük bir riskin altına girme pahasına bir aday önermiş, yine son örneğini Ecevit-Bahçeli-Yılmaz koalisyonununda gördüğümüz bir siyasi nezaket ve karşılıklı saygı çerçevesinde bu adayı Sayın Devlet Bahçeli’nin oluruna sunmuş ve adayın ismi üzerinde bir uzlaşmaya varılmıştır. Her şeyden önce buna ihtiyacımız vardır. Parti genel başkanlarının, kendi koltuklarından önce ülke yararlarını düşünmelerine. Çünkü son on iki yıldır bunun aksini yaşamaktayız. Sonucun istedikleri gibi olup olamayacağını şimdiden bilme şansımız yok. Ama aksinin olması; yani gücün; fiiliyatın yanı sıra resmi olarak da tek bir kişinin elinde toplanması, bir başka ifadeyle yeni kiracının, her konuda olduğu gibi yine koşullarını sadece kendisinin belirleyeceği bir kontratla Çankaya Köşküne yerleşmesi ve adını bir kez bile anmaktan adeta ürktüğü Ulu Önder Atatürk’ün koltuğuna oturması durumunda ülkemizin bugün bulunduğu noktayı bile aratacak günlere doğru ‘yola’ devam’ edeceğini görmek için de kahin olmaya gerek yok.

(Sürecek...)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder