Ülke bazı olağanüstü dönemlerden geçerken (yakın geçmişimizde birçok kez
örneğini yaşadığımız gibi) özel bir uygulamaya gidilir ve adına ‘sıkı yönetim’ denilen bir yönetim
tarzı benimsenir. Ne hikmetse bu dönemlerden de hep bizim gibi; geçen
yazılarımdan birinde dile getirdiğim kibar söyleyişiyle ‘gelişmekte olan’ ülkeler nasibini alır. Oldukça
sancılı, en çok duyduğumuz sözcüğün ‘yasak’
olduğu, toplumun büyük bir bölümünün ağır bedeller ödeyerek içinden geçtiği bu
yönetim döneminin sadece ismi bile yaşadığımız çelişkinin göstergesidir
aslında: ‘Sıkı Yönetim!’ Bu bir bakıma o koşullara gelene kadarki yönetimlerin
‘gevşek’ olduğunun itirafı gibidir. Oysa biz doğduğumuz andan itibaren ‘sıkı’
bir şekilde yönetilen bireylerden oluşan bir toplum olagelmişizdir. ‘Yasak’
sözcüğü hayatımızın hemen her anında karşımızda, yanı başımızda, adeta
genlerimizdedir. Ailede başlar yasaklar, mahallede genişleyerek sürer, okulda
başka bir kimliğe bürünürler, askerde ‘emir’ etiketini alırlar, iş yaşamında
formasyon değiştirirler ama aslında hepsi aynı temel anlayışın yansımalarıdır:
‘Yasakçı’ bir toplum’un. Hayatın
içinde; başımızı çevirdiğimiz hemen her yerde bir yasak uyarısı görürüz.
Çimlere basmak yasaktır örneğin. İnşaata girmek ‘tehlikeli ve yasak’tır. Parkta
kızlı-erkekli oturmak (aman aman), el
ele tutuşmak (görmeyeyim bir daha),
hele hele öpüşmek (Tanrı yazdıysa bozsun),
aynı evde yaşamak (maazallah) yasaktır!
Hayvanlı-insanlı karikatür çizmek... (Bazı
durum ve yerlerde) denize girmek... Havuza balıklama atlamak... Yüksek
sesle konuşmak ya da müzik dinlemek... Toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak...
Atatürk’ün anıtına (özel günlerde bile
olsa) çiçek koymak... Andımızı okumak... İstenmeyen haberleri yapmak,
yazmak, yorumlamak... Kütüphanede konuşmak... Otobüse, tramvaya arkadan binmek,
önden inmek... (Sadece kapalı yerler
değil, birçok alanda, örneğin statlarda, vapurların açık bölmelerinde de)
sigara içmek... Saat ondan sonra alkollü içki satışı yapmak... Vapur iskelesi
verilmeden atlamak... (Gençler için)
gece dışarıya çıkmak... (Haydi çıktın
diyelim) eve 12’den sonra gelmek... Dışarıdan yiyecek getirmek (‘müdüriyet’ imzalı)... (İşçi ve emekçiler için) 1 Mayıs’ı Taksim’de
kutlamak... (Bazı iri kıyım ağabeylerin
gösterdikleri ve karşılığında oranını ya da gerekçesini soramadığınız bir
miktarda para aldıkları yerler dışında) aracınızı park etmek. Asansörle yük
ve eşya taşımak... (Bütün mahallelerde
oyun alanları ve parklar varken nankörlük edip) sokakta top oynamak (keseyim mi ha, keseyim mi?)... (Hani neredeyse) mizah yapmak... Kitap yayınlamak
(hatta bazen yayınlamaya hazırlanmak)...
Bazı spor alanlarında hoşa gitmeyen tezahürat yapmak... Bütün seçim süresince
gece gündüz oy toplama hizmetlerinden yararlanılan kadınları seçimden sonra
kamu hizmetinde çalıştırmak... Şoförle konuşmak... Maymunlara fıstık atmak (nedense?). Apartmanda hayvan beslemek... Bir arkadaşa bakıp
çıkmak... Piknikte mangal yapmak... (‘Buraya’ -neresiyse orası-) çöp
dökmek... Duvara yazı yazmak... (Son
zamanlarda) Türk bayraklarıyla gösteri yapmak... Devletin bazı kurumları hakkında
yayın hatta yorum yapmak (hem de kanunla
korunarak)...
Bunlar bir kalemde bendenizin aklına gelenler, eminim siz de biraz kafa
yorsanız, hatta şöyle bir etrafa bakınsanız daha nicelerini bulur, görürsünüz. Yasak;
resim, heykel, edebiyat, müzik, sinema gibi sanatlara da kayıtsız kalmaz ama o
alanda farklı bir isimle anılır: Sansür.
Yasaklar, deyimlerimize bile girmiştir. Yasak aşk, yasak bölge, yasak savmak,
av yasağı, seçim yasağı, yasak kitap, yasak meyve, yasak ilişki...
Hatta çağın gereklerini de yerine getirir yasaklarımız, teknolojiyi yakından
takip eder. Örneğin twitter, youtube gibi ne idüğü belirsiz uygulamalarla
insanımızın zehirlenmesini engeller. Yasak kavramının bir de medrese görmüş
kardeşi vardır; ‘Günah!’ Bu konuda
söylenecek çok şey var tabii ama yaşamımız boyunca bu kadar çok yasakla
çevrelenmek bile başlı başına bir günah demekle yetinelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder