Zaman zaman çeşitli düşünür, entelektüel, yazar ya da fikir önderi olan
kişilerin; bir toplumun uygarlık kriterlerine dair saptamalarını dile
getirdikleri sözleri çıkar karşımıza. Kimisi okur-yazarlık oranından söz eder,
kimisi ekonomik ölçütlerden dem vurur. Bazısında insan haklarına dikkatimiz
çekilir, bazısında insana, hayvana, çevreye saygı ön plana çıkar. Yukarıdaki
fikir insanları sınıflandırmalarının hiç birine girmediğini (bir başka deyişle,
haddini) bilen, kendi halinde bir kardeşiniz olarak bu konuda mütevazı bir
düşüncemi dile getirirsem garipsemezsiniz umarım. Bana göre; bir toplumun
uygarlık kriterlerinden biri de bireysel ve kitlesel olarak, ‘uzlaşma kültürü’nden nasibini ne kadar
aldığıdır. Biz; sorunlarını konuşarak çözme alışkanlığına sahip olan bir toplum
değiliz. ‘Diyalog’ sözcüğünün en sık kullanıldığı durum, aslında hiç böyle bir
niyetlerinin olmadığı ortada olan kişilerin monologlarıdır. ‘Anlamaya çalışmak’ gereksiz bir yüktür
bizim için. Herhangi bir konuda bizimkine uymayan bir düşünceyle karşılaştığımızda
ilk tepkimiz genellikle karşı saldırı olur ve bunu aşama aşama, red, inkar,
tartışma, kavga ve daha kötü sonuçlara doğru uzanan bir silsile izler. Olaya ya
da konuya bir saniye olsun dışarıdan bakmaya çalışıp karşısındaki kişi için; “Yahu galiba doğru söylüyor.” diyebilmek,
kolaylıkla korkaklık, zayıflık en hafifiyle geri adım atmak şeklinde
etiketlendirilir. Haksızlığımızı kendi içimizde anlasak, kabul etsek bile karşı
tarafa sezindirmeyi kendimize yediremeyiz. Çünkü böyle bir sonuç, ikinci adımda
‘özür dilemek’ gibi uygar bir
davranışı gerektirir ki özür dileyebilmek bizim için bir erdem değil, zaaftır.
İşin tuhafı; kendimize rağmen özür dilediğimiz bazı durumların, karşı tarafta
hiç de beklediğimiz tepkiyi uyandırmadığına da tanık oluruz. Çünkü karşı
tarafın genlerinde de kendisinden özür dilenmesi gibi bir alışkanlık olmadığı
için, bunun arkasında mutlaka bir hesapçılık, ikincil bir amaç, bir art niyet
yattığı düşünülür. Uzlaşma kültürünün en belirgin dışavurumu ‘bağışlayıcılık’tır. Hiç kolay değildir
bağışlayıcı olmak. İster; küçük, gündelik
olaylarda karşısındakini ‘affetmek’ anlamında olsun, ister genel,
hayata, insana, ilişkilere dair daha içsel durumlarda olsun. Çünkü kendini
bilen için, bağışlayabilmek, derinlemesine bir kendinle hesaplaşma işidir. Kim
uğraşacak, değil mi? Oysa dilimizin bu edim için ürettiği, kullandığı o kadar
güzel, pırıl pırıl, öz Türkçe bir sözcük var ki: ‘Hoşgörü.’ Dilinde bu kavramın olduğu bir toplumun; gerektiğinde
‘hoş görebilmek’ten bu kadar uzak olması ne acı değil mi?
Yaşadığınız hayata, hatta o hayatın sadece bir gününe dışarıdan bakmayı bir
deneyin. Evinizden çıkıp akşam dönene kadar sokakta, trafikte, ulaşım
araçlarında, işyerinizde, alışverişte, ettiğiniz ve aldığınız telefonlarda,
gündelik ilişki, iletişim ve eylemlerinizde hatta evinizde, ailenizde ne kadar
hoşgörüsüz, ne kadar ‘ben haklıyım’cı,
ne kadar kavgaya hazır, uzlaşmacılıktan uzak bir çevreyle sarmalandığızı ve
hatta kendiniz de dahil olmak üzere o ortamı yaratmakta, beslemekte ne kadar
katılımcı olduğunuzu göreceksiniz. Tabii o hesaplaşmayı yapmada tarafsız,
nesnel olabildiğiniz ölçüde. “Yahu
hayata, memlekete dair bu kadar dert varken sözü edilecek başka şey bulamadın
mı?” diyebilecek bazı dostlar olabilir. Ama yukarıdaki temel çelişkileri
dikkatli bir süzgeçten geçirecek olursak zaten ‘memlekette bu kadar sorun
olmasının’ nereden ya da kimlerden kaynaklandığını görmek zor olmasa gerek.
Bunlar benim özel değerlendirmelerim olarak
görülebilir. Zaten başta böylediğimi bir kez daha tekrarlama pahasına; ben bir
fikir adamı değilim. Sadece bu topraklarda 63 yıldır yaşamakta olan bir
bireyim. Ve yaşadığım, tanık olduğum geçmişle, yaşıyor olduğum ‘an’ arasındaki
farklılıkların arasındaki uçurumu görüyorum, biliyorum, üzülüyorum. Çünkü;
sanırım yaşıtlarımın ve büyüklerimin de kabul edebileceği gibi; biz böyle
değildik. Bu toplum daha anlayışlı, yardımsever, paylaşımcı, toleranslı,
hoşgörülü, bağışlayıcı ve ‘uzlaşmacı’ idi. Ve bir taraftan ne hale geldiğimizin
üzüntü ve kaygılarını taşıyorum, diğer taraftan çocuklarımızın ve yeni
nesillerin adına ‘ne olacağımızın’ korkusunu yaşıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder