3 Ağustos 2013 Cumartesi

BİRKAÇ SAAT DAHA…


Türk sinemasının önde gelen oyuncularından; kendisini tanımaktan gurur, beni dostları arasında saymasından onur duyduğum, mahalle komşusu olmaktan keyif aldığım, ‘milli içeceğimizi’ lahmacunseverlere bırakıp zaman zaman karşılıklı ‘milli içkimizi’ tokuşturduğumuz bir ağabeyim var. Cengiz Sezici. Sinema kariyerinde soyunduğu; sormasanız asla söylemediği, ‘Altın Portakal’ ile taçlanmış ‘karakter oyunculuğu’nun yanı sıra, günlük yaşamda giyindiği tevazu gömleğinin altında gizli, gerçek bir sağlam karaktere sahip olan Cengiz ağabey hayatımda gördüğüm en iyi okuyuculardandır. Ne zaman evinin önünden geçsem onu o bilge haliyle penceresinde oturmuş kitap okurken görürüm. Ayak üzeri ‘laflarız’ ve her hafta gazetemizde sizlere ulaşmasının yanı sıra internetteki -günün moda deyişiyle- ‘blog’uma da aktardığım ve izleme, okuma inceliğini gösterdiği, değeri tartışılabilir yazılarıma dair düşünce, beğeni ve eleştirilerini de aktarır bana. Yine bir pencere önü sohbetimizde birkaç hafta önce yazdığım ‘Sünnetçi’ yazısının başındaki fıkraya küçük ama daha bir fiziki anlam katan bir ayrıntıya dikkatimi çekti. Ve sünnetçinin vitrinindeki saatin çalar saat değil, ‘sarkaçlı’ bir saat olduğunu söyledi. O yazımda genel çizgileriyle insanımızın doruk noktasına ulaşan tepkisizliğinden yakınıyor ve şu sözlerle bitiriyordum: “Ben kulunuz da her hafta sizlere ulaşacak yazıyı yazmak üzere bilgisayarımın karşısına oturduğumda; ülkede bütün bunlar yaşanırken ve daha kimbilir neler yaşanacak olurken kendimi Ayvalık’ın efsane sünnetçisi Adem bey gibi hissediyorum ve vitrine eski anıları, eski insanları koyuyorum.”  Örneğin geçen haftaki yazımda sizleri bizzat tanık olduğum 50 yıl kadar öncesine götürmüş ve Fransa’dan Almanya’ya, Bolivya’dan Türkiye’ye kadar yaşanan olaylarıyla, önderleriyle, yaşam anlayışındaki farklılaşmalarıyla dünyayı değiştirdiğine inandığım 60’lardan söz etmiştim. Evet; siyasette, uluslararası ilişkilerde, sporda, müzikte, edebiyatta, modada, yaşam biçimlerinde… kısacası hayatın hemen her alanında; 60’lar madalyonunun bir yüzünde isyan ve düzene karşı çıkış varsa diğer yüzünde de aydınlık, aykırılık, farklılık ve yaratıcılık vardır. Örneğin; sonraki yıllarda ‘maksi’, ‘midi’ gibi alternatifleri türetilmeye çalışılsa da hayatımıza; egemenliği dünyanın hiç bir yerinde ve hiç bir dönemde değişmeyecek olan ‘mini etek’ girmiştir. Aynı yıllarda gençlerimiz; evlerde zavallı annelerimizin, yeter ki evlatları mutlu olsun diye maharetli elleriyle diktikleri, neredeyse bir paçasından bile bugünün bir pantolonunun çıkabileceği ‘İspanyol paça’ pantolonla tanışmışlar, günün ünlü Fransız şarkıcısı Antoine’dan mülhem yuvarlak yakalı, çiçekli gömlekler giyer olmuşlardır. İnsanlık tarihinin her zaman ve tek ortak dili olan müzik hem dünyada hem Türkiye’de; izleri yeni yüzyıla kalacak olan; devrim niteliğinde değişimler geçirmiştir. Ama sadece bu bile başlıbaşına bir yazı konusudur. Kitaplara, incelemelere, tezlere konu olmuş olan böylesine bir dönemi elbette bu mütevazı satırlara sığdırmanın imkanı yoktur. Benim bütün yapmaya çalıştığım; her hafta ‘sünnetçinin’ vitrininde o yılları yaşamış olanların özlemle hatırlayacaklarına, yeni kuşakların da bugün nereden nereye gelindiğini anlamalarına hizmet edeceğine inandığım, 50 yıl öncesine dair; kösteklisiyle, sarkaçlısıyla, çalarıyla, kurmalısıyla birkaç eski ama değerli saat daha sergilemekten ibarettir.   
Haftaya: Liverpool’lu dört gençten Anadolu delikanlılarına…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder