Türk sinemasının önde gelen oyuncularından;
kendisini tanımaktan gurur, beni dostları arasında saymasından onur duyduğum, mahalle
komşusu olmaktan keyif aldığım, ‘milli
içeceğimizi’ lahmacunseverlere bırakıp zaman zaman karşılıklı ‘milli içkimizi’ tokuşturduğumuz bir
ağabeyim var. Cengiz Sezici. Sinema
kariyerinde soyunduğu; sormasanız asla söylemediği, ‘Altın Portakal’ ile
taçlanmış ‘karakter oyunculuğu’nun
yanı sıra, günlük yaşamda giyindiği tevazu gömleğinin altında gizli, gerçek bir
sağlam karaktere sahip olan Cengiz ağabey hayatımda gördüğüm en iyi
okuyuculardandır. Ne zaman evinin önünden geçsem onu o bilge haliyle
penceresinde oturmuş kitap okurken görürüm. Ayak üzeri ‘laflarız’ ve her hafta
gazetemizde sizlere ulaşmasının yanı sıra internetteki -günün moda deyişiyle-
‘blog’uma da aktardığım ve izleme, okuma inceliğini gösterdiği, değeri
tartışılabilir yazılarıma dair düşünce, beğeni ve eleştirilerini de aktarır
bana. Yine bir pencere önü sohbetimizde birkaç hafta önce yazdığım ‘Sünnetçi’ yazısının başındaki fıkraya küçük
ama daha bir fiziki anlam katan bir ayrıntıya dikkatimi çekti. Ve sünnetçinin
vitrinindeki saatin çalar saat değil, ‘sarkaçlı’ bir saat olduğunu söyledi. O
yazımda genel çizgileriyle insanımızın doruk noktasına ulaşan tepkisizliğinden
yakınıyor ve şu sözlerle bitiriyordum: “Ben
kulunuz da her hafta sizlere ulaşacak yazıyı yazmak üzere bilgisayarımın
karşısına oturduğumda; ülkede bütün bunlar yaşanırken ve daha kimbilir neler
yaşanacak olurken kendimi Ayvalık’ın efsane sünnetçisi Adem bey gibi
hissediyorum ve vitrine eski anıları, eski insanları koyuyorum.” Örneğin geçen haftaki yazımda sizleri bizzat
tanık olduğum 50 yıl kadar öncesine götürmüş ve Fransa’dan Almanya’ya,
Bolivya’dan Türkiye’ye kadar yaşanan olaylarıyla, önderleriyle, yaşam
anlayışındaki farklılaşmalarıyla dünyayı değiştirdiğine inandığım 60’lardan söz
etmiştim. Evet; siyasette, uluslararası ilişkilerde, sporda, müzikte,
edebiyatta, modada, yaşam biçimlerinde… kısacası hayatın hemen her alanında; 60’lar
madalyonunun bir yüzünde isyan ve düzene karşı çıkış varsa diğer yüzünde de aydınlık,
aykırılık, farklılık ve yaratıcılık vardır. Örneğin; sonraki yıllarda ‘maksi’,
‘midi’ gibi alternatifleri türetilmeye çalışılsa da hayatımıza; egemenliği
dünyanın hiç bir yerinde ve hiç bir dönemde değişmeyecek olan ‘mini etek’ girmiştir. Aynı yıllarda
gençlerimiz; evlerde zavallı annelerimizin, yeter ki evlatları mutlu olsun diye
maharetli elleriyle diktikleri, neredeyse bir paçasından bile bugünün bir
pantolonunun çıkabileceği ‘İspanyol paça’
pantolonla tanışmışlar, günün ünlü Fransız şarkıcısı Antoine’dan mülhem
yuvarlak yakalı, çiçekli gömlekler giyer olmuşlardır. İnsanlık tarihinin her
zaman ve tek ortak dili olan müzik hem dünyada hem Türkiye’de; izleri yeni
yüzyıla kalacak olan; devrim niteliğinde değişimler geçirmiştir. Ama sadece bu
bile başlıbaşına bir yazı konusudur. Kitaplara, incelemelere, tezlere konu
olmuş olan böylesine bir dönemi elbette bu mütevazı satırlara sığdırmanın
imkanı yoktur. Benim bütün yapmaya çalıştığım; her hafta ‘sünnetçinin’
vitrininde o yılları yaşamış olanların özlemle hatırlayacaklarına, yeni
kuşakların da bugün nereden nereye gelindiğini anlamalarına hizmet edeceğine inandığım,
50 yıl öncesine dair; kösteklisiyle, sarkaçlısıyla, çalarıyla, kurmalısıyla birkaç
eski ama değerli saat daha sergilemekten ibarettir.
Haftaya: Liverpool’lu dört gençten
Anadolu delikanlılarına…
3 Ağustos 2013 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder