Hayatımız boyunca önümüz sıra yürüyen ve bize
çeşitli dönemlerde çeşitli uyarılarda bulunan, neyi nasıl yapmamız gerektiğini
söyleyen, bazen yaşanmışlığın getirdiği bilgilerden kaynaklanan samimi
uyarılarda bulunan, bazen sindirememişlikten kaynaklanan bir büyüklenmeyle
direktifler veren, yasaklar koyan kişiler olmuştur. Annemiz-babamız, ağabey,
abla ya da diğer aile büyüklerimiz, yaşça bizden büyük olan mahalle
arkadaşlarımız, okulda öğretmenlerimiz, idarecilerimiz, askerlikte
komutanlarımız, işyerinde amirlerimiz, sohbetlerde her nasılsa bize dair
konuları bile bizden daha iyi bildiklerini sanan dostlarımız, evliliğimizin
tabiatına bağlı olarak karımız ya da kocamız… diye uzar gider bu liste. Bir
‘yol gösterilme’ manzumesi içinde yaşar gideriz adeta. Çocukluğumuzdan,
neredeyse ölene kadar, ömrümüzün çeşitli dönemlerinde, o sıradaki yaşımıza,
konumumuza, hayatın neresinde durduğumuza bağlı olarak bu ‘kılavuz’lar yaşam düzenimize girerler ve çıkarlar.
Biri hariç! Siyasetçiler!
Onlardan herhangi bir dönemde kurtulmanın imkanı yoktur. Bize nasıl yaşamamız,
ne yapmamız, ne yapmamamız konularında masum görünen uyarılarla çıkarlar yola. Söz
dinleyenler, itaat ya da biat edenler ödüllendirilir. Karşı çıkanlar için uyarılar
giderek ellerindeki ‘güç’le doğru orantılı şekilde; azarlara, yasaklara,
cezalara dönüşür. Sonra ne olur biliyor musunuz? Sanki dokuz ay boyunca
karnında taşıyacak, o kutsal doğum sancılarını çekerek bir canlıya hayat verecek,
doğum sonrasında bir ömür boyu sorumluluğunu üstlenecek anne-baba
kendileriymişçesine; “En az üç çocuk
yapacaksınız!” talimatı gelir. Daha az çocuğu olanlara ise sanki mahalle
kahvesindeki askerlik arkadaşıyla konuşur üslubuyla “Bir çocuk yetmez, bas gaza (!)” derler. Avrupa’nın en az alkol
tüketen ülkesinin toplumuna “İçki
içiyorsan alkoliksin, dışarıda içme git evinde iç.”, “İki ayyaşın yaptığı yasaya uyuluyor da inancın emrettiği niçin
sorgulanıyor?” derler. Sigara konusunda Batı toplumlarına bile rahmet
okutacak yasakları getirmekle yetinmez, kendisine hayata dair derdini anlatmaya
çalışan vatandaşı “Ver bakayım şu üst
cebindeki paketi, sigara içmeyeceksin bundan sonra.” diye azarlarlar. Sana “O gazeteyi okumayacaksın bundan sonra.”
uyarısında bulunurken, gazete sahibine açık açık “Maaşını sen vermiyor musun, kes o gazetecinin ipini.” komutunu
verirler. Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana Türkiye’nin bel kemiği olan
sanayicimizi “Sen yerli otomobil
yapmayacaksan kenara çekil, yapan bulunur.” diye ötelerler. Her konuyu o
alanın profesyonellerinden daha iyi bilirler, öyle ki uluslararası bir
şampiyonaya katılan milli güreşçilerimize “Künde
atamıyorsunuz, çift dalarken dikkatli olun.” gibi taktikler verirler. Başları
sıkıştığı zaman; çocukluğumuzda karşımızdaki mahalle arkadaşımıza söylediğimiz
ve aslında bir çaresizliği dile getirmekten başka bir şey olmayan “Benim babam senin babanı döver.” naifliğindeki
cümlenin, koskoca adamların ağzından “Senin
yüz bin kişi getirdiğin yere ben bir milyon kişi yığarım.” şeklinde çıktığını
duyarız. Yakın bir geçmiş olmasına rağmen yine unuttuğumuz (ah ne çabuk
unutuyoruz) bir çoğu yurtdışı görevlerindeyken suikastlere kurban gitmiş, ve
ülkemizin ne yazık ki hızla yitirmeye başladığı o eski uluslararası saygınlığını
borçlu olduğumuz diplomatlarımızı, ancak ‘kedi ulaşamadığı ciğere…” sözüyle
açıklanabilecek bir kıskançlıkla ‘Monşerler.”
diye aşağılarlar. Çünkü dış politika anlayışımız
da Japonya Başbakanı’na “Sen şimdi
o Tokyo Belediye Başkanı’na söyle, Olimpiyat adaylığından çekilsin.” düzeyine
inmiştir. Gencimizle, yaşlımızla, kadınımız, erkeğimiz, çocuğumuzla işte böyle
bir Türkiye’de, yaşayıp gidiyoruz. Bunlar ve daha bu satırlara sığmayacak
binlercesi, hepimizin bildiği şeyler.
Bu kılavuzları hatırlayın
dostlar, daha da önemlisi unutmayın ve unutturmayın. Çünkü; yarın daima dünün
üzerine inşa edilir. Bizler ne yazık ki sadece bugünün dar kalıpları içinde
hapsedilmiş bir yaşam sürüyoruz. Uzuuuun
bir bugün.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder