14 Haziran 2013 Cuma

KILAVUZ…


Hayatımız boyunca önümüz sıra yürüyen ve bize çeşitli dönemlerde çeşitli uyarılarda bulunan, neyi nasıl yapmamız gerektiğini söyleyen, bazen yaşanmışlığın getirdiği bilgilerden kaynaklanan samimi uyarılarda bulunan, bazen sindirememişlikten kaynaklanan bir büyüklenmeyle direktifler veren, yasaklar koyan kişiler olmuştur. Annemiz-babamız, ağabey, abla ya da diğer aile büyüklerimiz, yaşça bizden büyük olan mahalle arkadaşlarımız, okulda öğretmenlerimiz, idarecilerimiz, askerlikte komutanlarımız, işyerinde amirlerimiz, sohbetlerde her nasılsa bize dair konuları bile bizden daha iyi bildiklerini sanan dostlarımız, evliliğimizin tabiatına bağlı olarak karımız ya da kocamız… diye uzar gider bu liste. Bir ‘yol gösterilme’ manzumesi içinde yaşar gideriz adeta. Çocukluğumuzdan, neredeyse ölene kadar, ömrümüzün çeşitli dönemlerinde, o sıradaki yaşımıza, konumumuza, hayatın neresinde durduğumuza bağlı olarak bu ‘kılavuz’lar yaşam düzenimize girerler ve çıkarlar.
Biri hariç! Siyasetçiler! Onlardan herhangi bir dönemde kurtulmanın imkanı yoktur. Bize nasıl yaşamamız, ne yapmamız, ne yapmamamız konularında masum görünen uyarılarla çıkarlar yola. Söz dinleyenler, itaat ya da biat edenler ödüllendirilir. Karşı çıkanlar için uyarılar giderek ellerindeki ‘güç’le doğru orantılı şekilde; azarlara, yasaklara, cezalara dönüşür. Sonra ne olur biliyor musunuz? Sanki dokuz ay boyunca karnında taşıyacak, o kutsal doğum sancılarını çekerek bir canlıya hayat verecek, doğum sonrasında bir ömür boyu sorumluluğunu üstlenecek anne-baba kendileriymişçesine; “En az üç çocuk yapacaksınız!” talimatı gelir. Daha az çocuğu olanlara ise sanki mahalle kahvesindeki askerlik arkadaşıyla konuşur üslubuyla “Bir çocuk yetmez, bas gaza (!)” derler. Avrupa’nın en az alkol tüketen ülkesinin toplumuna “İçki içiyorsan alkoliksin, dışarıda içme git evinde iç.”, “İki ayyaşın yaptığı yasaya uyuluyor da inancın emrettiği niçin sorgulanıyor?” derler. Sigara konusunda Batı toplumlarına bile rahmet okutacak yasakları getirmekle yetinmez, kendisine hayata dair derdini anlatmaya çalışan vatandaşı “Ver bakayım şu üst cebindeki paketi, sigara içmeyeceksin bundan sonra.” diye azarlarlar. Sana “O gazeteyi okumayacaksın bundan sonra.” uyarısında bulunurken, gazete sahibine açık açık “Maaşını sen vermiyor musun, kes o gazetecinin ipini.” komutunu verirler. Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana Türkiye’nin bel kemiği olan sanayicimizi “Sen yerli otomobil yapmayacaksan kenara çekil, yapan bulunur.” diye ötelerler. Her konuyu o alanın profesyonellerinden daha iyi bilirler, öyle ki uluslararası bir şampiyonaya katılan milli güreşçilerimize “Künde atamıyorsunuz, çift dalarken dikkatli olun.” gibi taktikler verirler. Başları sıkıştığı zaman; çocukluğumuzda karşımızdaki mahalle arkadaşımıza söylediğimiz ve aslında bir çaresizliği dile getirmekten başka bir şey olmayan “Benim babam senin babanı döver.” naifliğindeki cümlenin, koskoca adamların ağzından “Senin yüz bin kişi getirdiğin yere ben bir milyon kişi yığarım.” şeklinde çıktığını duyarız. Yakın bir geçmiş olmasına rağmen yine unuttuğumuz (ah ne çabuk unutuyoruz) bir çoğu yurtdışı görevlerindeyken suikastlere kurban gitmiş, ve ülkemizin ne yazık ki hızla yitirmeye başladığı o eski uluslararası saygınlığını borçlu olduğumuz diplomatlarımızı, ancak ‘kedi ulaşamadığı ciğere…” sözüyle açıklanabilecek bir kıskançlıkla ‘Monşerler.” diye aşağılarlar.  Çünkü dış politika anlayışımız da Japonya Başbakanı’na “Sen şimdi o Tokyo Belediye Başkanı’na söyle, Olimpiyat adaylığından çekilsin.” düzeyine inmiştir. Gencimizle, yaşlımızla, kadınımız, erkeğimiz, çocuğumuzla işte böyle bir Türkiye’de, yaşayıp gidiyoruz. Bunlar ve daha bu satırlara sığmayacak binlercesi, hepimizin bildiği şeyler.
Bu kılavuzları hatırlayın dostlar, daha da önemlisi unutmayın ve unutturmayın. Çünkü; yarın daima dünün üzerine inşa edilir. Bizler ne yazık ki sadece bugünün dar kalıpları içinde hapsedilmiş bir yaşam sürüyoruz. Uzuuuun bir bugün.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder