8 Haziran 2013 Cumartesi
GESİ BAĞLARI…
Bilirsiniz, zor ya da kötü bir durumdaki belli belirsiz iyileşmeleri anlatmak için ‘tünelin ucunda ışık göründü’ diye bir benzetme yapılır. Aslında anlamı kendinden menkul bir durumdur bu. Bunu söyleyenler; dolaylı olarak da olsa karanlık bir tünelin içinde olduğumuz gerçeğini itiraf ediyorlardır ama vurgulanan, içinde bulunulan durum değil ulaşılıp ulaşılamayacağı belli bile olmayan o varsayımsal kurtuluştur. Şunca yıllık yaşamımda bu deyişin; hep siyasi anlamda kullanıldığına tanık oldum. Nedense; kaynakları bu kadar verimli, coğrafyası bu kadar eşsiz, kültürü bu kadar köklü, insanı özünde bu kadar özverili ülkemiz; çeşitli iktidarlar tarafından hep o tünelin ucundaki ışığa ulaşmayı bekler konuma düşürüldü. ‘Of’ diyecek olsak büyüklerimiz bize hep ‘az kaldı, sıkın dişinizi, tünelin ucunda ışık göründü’ havucunu uzattılar. Biz karanlıklar içinde bekleşirken bazen tünelin ucundaki ışığa doğru ilerlemek yerine, o ışığın bize, üzerimize doğru son sürat gelen tren olduğunu çok geç farkettiğimiz ve 12 Eylülde yaşandığı gibi bizi dümdüz ederek ezip geçtiği de oldu.
Şimdi ise, geride bıraktığım 62 yıl boyunca; 1960 ihtilalinde olduğu gibi kimisini çocuk aklımla anlamadan, kimisini ilerleyen yaşlarımda bizzat yaşayarak, katılarak, acısını çekerek, yanı başımdaki ölümlere ve işkencelere tanıklık ederek, üzerimde baskısını duyduğum, nefes alamadığımı hissettiğim bütün tünellerden daha yoğun, kesif bir karanlıkta yürümeye çabalıyoruz. Üstelik bu kez büyüklerimiz; sanal bir ‘az kaldı, sıkın dişinizi, tünelin ucunda ışık göründü’ havucu yerine bize portakal ve biber sunuyor, hatta bizi yeme zahmetinden kurtarmak için gaz halini ikram ediyorlar.
Yok yok, sandığınız gibi ülkemiz medyasının bütün duyarsızlığına karşın Taksim Gezi Parkı’nda başlayarak yaklaşık bir haftadır bütün yurtta bir halk hareketine dönüşen, yankılarını (bizimkinin aksine) tüm dünya medyasında ve başkentlerinde bulan ve bütün engellemelere ve aşırı güç kullanımına karşın sürdürülen ‘direniş’in ayrıntılarından söz etmeyeceğim. Benim için çok daha önemli, çok daha hayati bir dönüm noktası oldu Gezi Parkı direnişi. Ömrüm boyunca ilk kez ve gerçekten, birileri bize yalan hedefler işaret etmeden, kendi gözlerimle o tünelin ucundaki ışığı görüyorum, sıcaklığını hissediyorum. İçimi ve geleceğimizi aydınlatan, ısıtan o meşaleyi ‘gençler’ taşıyorlar. Bir türlü kabul hatta ismini telaffuz edemedikleri, Türkler’in ‘Ata’sının; Atatürk’ün; “Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır!” sözleriyle “En büyük eserim!” dediği Türkiye Cumhuriyeti’ni emanet ettiği gençler. Ve kendilerine göğüslerini gere gere; “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diyen o gençler, ilk defa içlerinden çıktıkları halk tarafından da kucaklanıyorlar. İstanbul’da ve Türkiye’de yaşanan ve yaşanıyor olan bu en hafif deyişiyle ‘şanlı direniş’in 6. günü olan pazartesi sabahında; evimizin yan sokağındaki liseye giden, kalabalık bir öğrenci grubunun; ‘Her yer Taksim, her yer direniş!” sloganlarıyla pencerelerine üşüşen mahalle halkının; alkışlarıyla, yaşları en fazla 14-15 olan o çiçek gibi çocuklarımızı, o gül goncalarımızı kucakladıkları gibi. Gelin bu yazıyı hem tüneli aydınlatan gençlerimize hem de onlara bu yaşlarında bu zulümü reva gören; neredeyse doğrudan kendilerine hitap eden sözleriyle büyüklerimize Anadolu’nun en güzel seslenişlerinden biriyle bitirelim:
“Gesi bağlarında üç top gülüm var
Hey Allah’tan korkmaz sana bana ölüm var
Ölüm varsa bu dünyada zulüm var”
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder