1 Haziran 2013 Cumartesi

KARANLIK ODA…


Benim Ayvalık’ım; yaşamın getirdiği bütün yüklere rağmen Ege’liliğin verdiği bir ortak karakterle, neyin ne olduğunu gayet iyi bilen ve hayata gülümseyerek bakmayı becerebilen, düşündüklerini söyleyen, söylediklerini yapan insanların yaşadığı bir kasabaydı. Zaman içinde Türkiye’nin geçirdiği değişimlerin, örneğin gerek içeri, gerek dışarı göçlerin ve özellikle son on yıldır her gün başka bir salvosuna maruz kaldığımız yönetim biçiminin, sosyal doku üzerindeki etkisinin Ayvalık’a da yansıması kaçınılmazdı. Eski Ayvalık’a duyduğum ve bu satırlarda sıklıkla dile getirdiğim özlemin temelinde de aslında eski Türkiye’ye duyduğum özlem yatıyor. Hayatın bu kadar elektronik, bu kadar maddesel; ilişkilerin bu kadar gündelik, yüzeysel; insanların bu kadar güvenilmez, bireysel olmadığı dönemleri özlüyorum.
Örneğin; en büyük kusuru olan alçak gönüllülüğü olmasaydı etiketinde Ayvalık’ın ‘kasaba fotoğrafçısı’ değil, Türkiye’nin önde gelen fotoğraf sanatçılarından biri yazacak olan Önder (Aksoy) ağabeyin yanında çalıştığım dönemlerde, karanlık odadaki banyo teknesinde, beyaz kağıdın üzerinde siyah fotoğrafın belirmesini özlüyorum. Çünkü; günümüzün ‘dijital’ teknolojisinin aksine, sonsuzluğa doğru dondurulan o çekim anı sonrası, karşımıza; günahıyla, sevabıyla nasıl bir fotoğrafın çıkacağını ancak o banyoda belirdiği anda görebilirdik. Düzeltme, kadraj yapma, istediğimizi istediğimiz gibi düzenleme şansı yoktu, hayatın ta kendisiydi o an ve o fotoğraf, gerçekti. Özellikle son on yıldır ülkede tanık olduğum, olmaya devam ettiğim ve bize ‘gelişim’ diye sunulan fotoğrafın tam aksine hiç bir manipülasyon olamazdı üzerinde. Şimdilerde herkesin elinde dijital kameralar, cep telefonu kameraları, sokaklarda, köşe başlarında yüzlerce mobese var. Her anımız gözleniyor, çekiliyor, kaydediliyor. Tespit edilen anın gerçekliği kalmamış durumda. İstenildiği gibi kadraj yapılıyor, olmayan nesne ya da kişiler yerleştirilebiliyor ya da çıkartılabiliyor. Gizlenebiliyor, değiştirilebiliyor, hiç  olmadı, o an ‘delete’ ediliyor yani silinip atılıyor ve yaşanmamış addediliyor. Artık vizörden bakan, deklanşöre basan kişinin ustalığına, duyarlılığına gerek kalmadı. Sanat yerini teknolojiye bıraktı. Ne kadar iyi bir fotoğrafçı değil ne kadar yetenekli bir teknik eleman olduğunuz önem kazandı. Elbette bunları yazarken çağı yakalayan, işlerini yeni ekipmanlarla ve yeni heyecanlarla yapan gerçek sanatçıları tenzih ediyorum. Ama daha hayatımıza ‘sponsor’gibi kavramların girmediği, inanılmaz imkansızlıklar içinde ve tümüyle kendi emeği ve parasıyla gerçekleştirdiği Ayvalık’taki ilk fotoğraf sergisi hazırlıklarında, stüdyonun tümünü siyah kartonlarla kapatarak karanlık oda haline getirip koskoca teknelerde, bir metreye bir metre boyutlarındaki fotoğraflar birbiri ardına belirirken Önder ağabeyin yüzündeki saf gururu ve mutluluğu bugün gibi hatırlıyorum.
Ve ben; sadece aile bireylerimden oluşan küçücük evrenime kapanmış yaşıyor, dev bir karanlık odaya dönüşmüş olan ülkemde, teknede her gün birbiri ardına beliren ürkütücü fotoğrafları izliyor, benim Ayvalık’ımı, benim Türkiyemi, benim insanlarımı özlüyorum. Neyin ne olduğunu bilen, hayata gülümseyerek bakmayı becerebilen, düşündüklerini söyleyen, söylediklerini yapan insanları. Ve ne yazık ki artık nostaljden bile eski tadı alamıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder