Benim Ayvalık’ım; yaşamın
getirdiği bütün yüklere rağmen Ege’liliğin verdiği bir ortak karakterle, neyin
ne olduğunu gayet iyi bilen ve hayata gülümseyerek bakmayı becerebilen, düşündüklerini
söyleyen, söylediklerini yapan insanların yaşadığı bir kasabaydı. Zaman içinde
Türkiye’nin geçirdiği değişimlerin, örneğin gerek içeri, gerek dışarı göçlerin
ve özellikle son on yıldır her gün başka bir salvosuna maruz kaldığımız yönetim
biçiminin, sosyal doku üzerindeki etkisinin Ayvalık’a da yansıması kaçınılmazdı.
Eski Ayvalık’a duyduğum ve bu satırlarda sıklıkla dile getirdiğim özlemin
temelinde de aslında eski Türkiye’ye duyduğum özlem yatıyor. Hayatın bu kadar
elektronik, bu kadar maddesel; ilişkilerin bu kadar gündelik, yüzeysel;
insanların bu kadar güvenilmez, bireysel olmadığı dönemleri özlüyorum.
Örneğin; en büyük kusuru
olan alçak gönüllülüğü olmasaydı etiketinde Ayvalık’ın ‘kasaba fotoğrafçısı’ değil,
Türkiye’nin önde gelen fotoğraf sanatçılarından biri yazacak olan Önder (Aksoy)
ağabeyin yanında çalıştığım dönemlerde, karanlık odadaki banyo teknesinde,
beyaz kağıdın üzerinde siyah fotoğrafın belirmesini özlüyorum. Çünkü; günümüzün
‘dijital’ teknolojisinin aksine, sonsuzluğa doğru dondurulan o çekim anı
sonrası, karşımıza; günahıyla, sevabıyla nasıl bir fotoğrafın çıkacağını ancak
o banyoda belirdiği anda görebilirdik. Düzeltme, kadraj yapma, istediğimizi
istediğimiz gibi düzenleme şansı yoktu, hayatın ta kendisiydi o an ve o
fotoğraf, gerçekti. Özellikle son on yıldır ülkede tanık olduğum, olmaya devam
ettiğim ve bize ‘gelişim’ diye sunulan fotoğrafın tam aksine hiç bir
manipülasyon olamazdı üzerinde. Şimdilerde herkesin elinde dijital kameralar,
cep telefonu kameraları, sokaklarda, köşe başlarında yüzlerce mobese var. Her
anımız gözleniyor, çekiliyor, kaydediliyor. Tespit edilen anın gerçekliği
kalmamış durumda. İstenildiği gibi kadraj yapılıyor, olmayan nesne ya da
kişiler yerleştirilebiliyor ya da çıkartılabiliyor. Gizlenebiliyor, değiştirilebiliyor,
hiç olmadı, o an ‘delete’ ediliyor yani
silinip atılıyor ve yaşanmamış addediliyor. Artık vizörden bakan, deklanşöre
basan kişinin ustalığına, duyarlılığına gerek kalmadı. Sanat yerini teknolojiye
bıraktı. Ne kadar iyi bir fotoğrafçı değil ne kadar yetenekli bir teknik eleman
olduğunuz önem kazandı. Elbette bunları yazarken çağı yakalayan, işlerini yeni
ekipmanlarla ve yeni heyecanlarla yapan gerçek sanatçıları tenzih ediyorum. Ama
daha hayatımıza ‘sponsor’gibi kavramların girmediği, inanılmaz imkansızlıklar
içinde ve tümüyle kendi emeği ve parasıyla gerçekleştirdiği Ayvalık’taki ilk
fotoğraf sergisi hazırlıklarında, stüdyonun tümünü siyah kartonlarla kapatarak karanlık
oda haline getirip koskoca teknelerde, bir metreye bir metre boyutlarındaki
fotoğraflar birbiri ardına belirirken Önder ağabeyin yüzündeki saf gururu ve
mutluluğu bugün gibi hatırlıyorum.
Ve ben; sadece aile
bireylerimden oluşan küçücük evrenime kapanmış yaşıyor, dev bir karanlık odaya
dönüşmüş olan ülkemde, teknede her gün birbiri ardına beliren ürkütücü
fotoğrafları izliyor, benim Ayvalık’ımı, benim Türkiyemi, benim insanlarımı
özlüyorum. Neyin ne olduğunu bilen, hayata gülümseyerek bakmayı becerebilen,
düşündüklerini söyleyen, söylediklerini yapan insanları. Ve ne yazık ki artık
nostaljden bile eski tadı alamıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder