Bir adam yolda yürürken,
bir dükkanın vitrininde çok güzel, orijinal bir çalar saat görür. Bütün
vitrinde sadece o saat vardır. İçeri girer ve dükkan sahibine “Vitrindeki saati gördüm, ben de böyle bir
saat almak istiyordum, fiyatı nedir acaba?” diye sorar. Dükkan sahibi gayet
sakin bir şekilde, “O saat satılık deği,
zaten burası da saatçi değil, ben sünnetçiyim.” der. “Peki o zaman vitrine neden bir saat koydunuz?” diye sorar birinci
adam. Dükkancı aynı soruyu defalarca yanıtlamış olduğunun anlaşıldığı bıkkın
bir sesle, “Ya ne koysaydım?” der.
Bazen, sizlerle
buluşacağımız haftalık yazıları yazmak üzere bilgisayarımın karşısına oturduğumda
kendimi o dükkancı gibi hissettiğim oluyor. Sizlere elimden geldiği, aklım
yettiği, belleğimin izin verdiği ölçüde eski dönemlerden söz ediyorum. Eski
Ayvalık’tan, eski Türkiye’den, insanlarımızdan, yaşananlardan, anılardan… Çünkü
toplumsal yaşamımızın hiç bir döneminde olmadığı kadar unutkan olduk. Bırakın
yakın ya da uzak geçmişimizi, ‘dün’lerle
ifade edilebilecek olayları bile unutmayı, insanları silmeyi tercih eden ya da
buna yönlendirilen bir toplum haline geldik. Adeta ülke olarak büyük bir
akvaryumda yaşıyoruz ve hepimiz akvaryumun içinde bir o yana bir bu yana,
amaçsız, hedefsiz yüzüp duruyoruz. Yaşamsal işlevlerimizi yerine getiriyoruz
tabii ki bu başıbozukluk içinde. Aynen balıklar gibi biz de verilen yemleri
yiyoruz, uyuyoruz, kavga ediyoruz, ürüyoruz ve aynı balıklar gibi bir buçuk
saniye önce akvaryumun içinde olmuş olanları unutuyoruz.
Bir; projeler,
uygulamalar, demeçler, planlar, değişimler bombardımanına maruz kalmış
durumdayız. Akşam yatıyoruz, sabah kalkıyoruz, büyüklerimizin, ince ince,
tamamen bizim dışımızda ve bize rağmen planladıkları bazı değişimlere yol
açacak yeni bir projesinin daha uygulamaya konulduğunu görüyoruz. Ve bu konuda
karşılıklı ‘olurdu-olmazdı’ demeçleri süreci başlıyor. Taa ki yine bir sabah
uyandığımızda o güne kadar her nedense hiç bir aklı-evvelin düşünememiş olduğu
yeni bir proje için aynı süreci yaşamaya mahkum edilene kadar. Her gün ama her gün; hukuk, spor. sanat, sağlık,
eğitim, ulaşım, askeriye, diplomasi, uluslararası ilişkiler, polisiye, maliye, medya,
yönetim, ulusal kimlik… kısacası hayatın hemen her alanında toplumumuzu bir
araya getiren ve bir arada tutan temel değerlerin kimlik ve saf değiştirdiğine,
eksenin kaydığına, mayanın bozulduğuna tanık oluyoruz. Kimsenin bize bir şey
sorduğu yok. Tam aksine bize ne yapmamız gerektiğini söyleniyor.
Bazen en (ya da tek)
yetkili ağız tarafından, bazen kendisinin lütfedip görev verdiği ama bu görevi
verirken de neyi nasıl söylemeleri gerektiğini belirlediği ve belli ki
bizlerden yani toplumun kendileri dışında geriye kalan bütününden daha akıllı
olduklarına hükmedilen ağızlar tarafından. Ve biz… söylenenleri yapıyoruz.
Ben kulunuz da her hafta
sizlere ulaşacak yazıyı yazmak üzere bilgisayarımın karşısına oturduğumda;
ülkede bütün bunlar yaşanırken ve daha kimbilir neler yaşanacak olurken kendimi
Ayvalık’ın efsane sünnetçisi Adem bey gibi hissediyorum ve vitrine eski anıları,
eski insanları koyuyorum.
Çünkü… Hakim; görülen
dava sonrası karşısında duran tutukluya “Görevi
başındaki devlet memuruna hakaret etmekten dolayı seni 6 ay hapse mahkum ediyorum,
söyleyecek bir şeyin var mı?” diye sormuş. Tutuklu; “’Var, hem de nasıl var ama görüyorum ki pahalıya mal oluyor.” demiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder