6 Nisan 2013 Cumartesi

MUASIR MEDENİYETLER…


Bu köşenin okurları zaman zaman Türkiye’deki okuma alışkanlığından (daha doğrusu böyle bir alışkanlığımızın olmamasından) yakındığımı bilirler. Bunun;  yalnızca ülkemize özgü bir durum olmadığına, neredeyse ‘çağın bir sorunu’ olduğuna çeşitli zamanlarda çeşitli ülkelere yaptığım gezilerdeki naçizane gözlemlerimle de tanık oldum. Örneğin gençlik dönemlerimizde bize hep Moskova’da insanların otobüste, metroda sürekli kitap okudukları söylenirdi. Orada geçirdiğim süre içinde herhangi bir sınıftan herhangi bir Rus vatandaşının elinde gördüğüm tek şey kitap değil, cep telefonu idi. 1994 yılında Paris’e ilk gittiğimde (ki bu tür gözlemleri yapmaya yetecek kadar uzun bir süre kalmıştım) gerçekten de metrolardaki binlerce kişinin her birinin elinde ya bir kitap ya bir gazete bulunuyordu. 2000’li yıllardaki gidişlerimde iki temel değişikliğe tanık oldum. Bir zamanlar Fransa’nın sömürgesi olan Afrika ülkelerinden Paris’e akan inanılmaz ölçüdeki hızlı göç nedeniyle, özellikle orta ve dar kesimli insanların kullandığı ulaşım aracı olan metrodaki sosyal doku değişimi ve bu değişimin getirdiği okuma alışkanlığındaki farklılık. ‘Eski’ Parisien’lerin elindeki kitap ve gazeteler; çoğunluğu siyahi müslümanlardan oluşan bu yeni Parislilerin elindeki Kuran’lara tahvil olmuştu. Hemen her vagonda en az iki-üç kişinin; kah mırıldanarak, kah öne arkaya sallanarak Kuran okuduklarını görüyordunuz. Ve 2010’lu yıllarda ise eskisiyle, yenisiyle Paris halkının hemen hepsi ‘hak’ yolundan ‘teknoloji’ yoluna makas değiştirmiş ve ya ellerindeki cep telefonları, tabletler ya da kulaklarındaki müzik indirme ve dinleme aygıtlarıyla yolculuk eder olmuşlardı.

Başka ülkelerdeki tanık olduğum ya da okuduğum durumun böyle olması beni kendi ülkemiz anlamında rahatlatmaya yetmiyor. Çünkü hal böyle bile olsa Rusya’daki okuma-yazma oranının yüzde yüze yakın olduğunu, Paris’in hala Avrupa kültür başkenti olduğunu da biliyorum. Çağdaşlaşmayı, ilerlemeyi, sadece öykünme olarak uygulayan ve yaşam biçimi üretime değil her gün artan oranlarda tüketime dayandırılan bizimki gibi toplumlarda ise zaten var olmayan kültür altyapısı iyice çukura düşmüş durumda. Var olan sınırsız cihaza ek olarak sadece 2011 yılında 14 milyon ve 2012 yılında 12 milyon adet cep telefonunun ithal edilmiş olması bunun en iyi göstergesi. Düşünün lütfen. Sadece iki yıl içinde 26 milyon cep telefonu ithal ediliyor. Yahu zaten nüfusumuz 70 milyon. Zaten düne kadar hemen herkesin elinde, cebinde, çantasında en az bir telefon vardı. Bunun üzerine 26 milyon adet daha. Bu telefonlar cebimize girsin diye ülkenin cebinden çıkan dövizi düşünün. Üstelik yetinmiyoruz. Mutlaka en yenisi, en atraksiyonu bol olanına sahip olmak zorundayız. Bilmem ne marka telefonun son modelini alabilmek için gece yarılarından itibaren ilgili mağazaların önünde kuyruğa giriyoruz. Üstelik o ‘yeni’ telefonların tanesinin ortalama iki bin lira, yani neredeyse dört nüfüslu üç ailenin aylık geliri kadar olduğunu düşünecek olursanız bu çılgınlığı anlamak iyice imkansızlaşıyor. Yöneticilerimiz de bu ve benzeri olaylarda ‘serbest piyasa ekonomisi… iç piyasa canlanıyor… bakın herkesin alım gücü yerinde…’ gibi pembe tablolar çiziyorlar.

İki bin lira! Öte yandan; roman, öykü şiir olsun, araştırma, inceleme olsun bir insanın aylar belki yıllar süren emeğinin, yaratıcılığının eseri olan kitaplar, ortalama olarak 15-20 lira gibi fiyatlarla satılıyor. Yani bir cep telefonunun parasıyla yaklaşık 100-125 kitap satın almak mümkün. Niyeti olana tabii. Kitapçıya gideceksin, kitapları karıştıracak, inceleyecek, ilgine hitap edenleri seçecek, alacak, okuyacaksın! Eh, insan okuduğunu, öğrendiğini tartışmak, aldığı keyfi paylaşmak da ister. Bir de bu zahmete gireceksin. Amaaaan kim uğraşacak, değil mi? Bir zamanlar sayfayı çevirmek için kullandığımız parmağımızı, bir telefon ekranının üzerinde kaydırarak sanal bir aleme dalar gideriz olur biter.
İşte ‘muasır medeniyetler seviyesine çıktık’ bile.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder