Bu köşenin okurları
zaman zaman Türkiye’deki okuma alışkanlığından (daha doğrusu böyle bir alışkanlığımızın
olmamasından) yakındığımı bilirler. Bunun; yalnızca ülkemize özgü bir durum olmadığına, neredeyse
‘çağın bir sorunu’ olduğuna çeşitli zamanlarda çeşitli ülkelere yaptığım gezilerdeki
naçizane gözlemlerimle de tanık oldum. Örneğin gençlik dönemlerimizde bize hep
Moskova’da insanların otobüste, metroda sürekli kitap okudukları söylenirdi. Orada
geçirdiğim süre içinde herhangi bir sınıftan herhangi bir Rus vatandaşının
elinde gördüğüm tek şey kitap değil, cep telefonu idi. 1994 yılında Paris’e ilk
gittiğimde (ki bu tür gözlemleri yapmaya yetecek kadar uzun bir süre kalmıştım)
gerçekten de metrolardaki binlerce kişinin her birinin elinde ya bir kitap ya
bir gazete bulunuyordu. 2000’li yıllardaki gidişlerimde iki temel değişikliğe
tanık oldum. Bir zamanlar Fransa’nın sömürgesi olan Afrika ülkelerinden Paris’e
akan inanılmaz ölçüdeki hızlı göç nedeniyle, özellikle orta ve dar kesimli
insanların kullandığı ulaşım aracı olan metrodaki sosyal doku değişimi ve bu
değişimin getirdiği okuma alışkanlığındaki farklılık. ‘Eski’ Parisien’lerin elindeki
kitap ve gazeteler; çoğunluğu siyahi müslümanlardan oluşan bu yeni Parislilerin
elindeki Kuran’lara tahvil olmuştu. Hemen her vagonda en az iki-üç kişinin; kah
mırıldanarak, kah öne arkaya sallanarak Kuran okuduklarını görüyordunuz. Ve
2010’lu yıllarda ise eskisiyle, yenisiyle Paris halkının hemen hepsi ‘hak’
yolundan ‘teknoloji’ yoluna makas değiştirmiş ve ya ellerindeki cep
telefonları, tabletler ya da kulaklarındaki müzik indirme ve dinleme
aygıtlarıyla yolculuk eder olmuşlardı.
Başka ülkelerdeki tanık
olduğum ya da okuduğum durumun böyle olması beni kendi ülkemiz anlamında
rahatlatmaya yetmiyor. Çünkü hal böyle bile olsa Rusya’daki okuma-yazma
oranının yüzde yüze yakın olduğunu, Paris’in hala Avrupa kültür başkenti
olduğunu da biliyorum. Çağdaşlaşmayı, ilerlemeyi, sadece öykünme olarak
uygulayan ve yaşam biçimi üretime değil her gün artan oranlarda tüketime
dayandırılan bizimki gibi toplumlarda ise zaten var olmayan kültür altyapısı iyice
çukura düşmüş durumda. Var olan sınırsız cihaza ek olarak sadece 2011 yılında
14 milyon ve 2012 yılında 12 milyon adet cep telefonunun ithal edilmiş olması
bunun en iyi göstergesi. Düşünün lütfen. Sadece iki yıl içinde 26 milyon cep telefonu
ithal ediliyor. Yahu zaten nüfusumuz 70 milyon. Zaten düne kadar hemen herkesin
elinde, cebinde, çantasında en az bir telefon vardı. Bunun üzerine 26 milyon
adet daha. Bu telefonlar cebimize girsin diye ülkenin cebinden çıkan dövizi
düşünün. Üstelik yetinmiyoruz. Mutlaka en yenisi, en atraksiyonu bol olanına
sahip olmak zorundayız. Bilmem ne marka telefonun son modelini alabilmek için
gece yarılarından itibaren ilgili mağazaların önünde kuyruğa giriyoruz. Üstelik
o ‘yeni’ telefonların tanesinin ortalama iki bin lira, yani neredeyse dört
nüfüslu üç ailenin aylık geliri kadar olduğunu düşünecek olursanız bu
çılgınlığı anlamak iyice imkansızlaşıyor. Yöneticilerimiz de bu ve benzeri
olaylarda ‘serbest piyasa ekonomisi… iç piyasa canlanıyor… bakın herkesin alım
gücü yerinde…’ gibi pembe tablolar çiziyorlar.
İki bin lira! Öte yandan;
roman, öykü şiir olsun, araştırma, inceleme olsun bir insanın aylar belki
yıllar süren emeğinin, yaratıcılığının eseri olan kitaplar, ortalama olarak
15-20 lira gibi fiyatlarla satılıyor. Yani bir cep telefonunun parasıyla
yaklaşık 100-125 kitap satın almak mümkün. Niyeti olana tabii. Kitapçıya
gideceksin, kitapları karıştıracak, inceleyecek, ilgine hitap edenleri seçecek,
alacak, okuyacaksın! Eh, insan okuduğunu, öğrendiğini tartışmak, aldığı keyfi
paylaşmak da ister. Bir de bu zahmete gireceksin. Amaaaan kim uğraşacak, değil
mi? Bir zamanlar sayfayı çevirmek için kullandığımız parmağımızı, bir telefon
ekranının üzerinde kaydırarak sanal bir aleme dalar gideriz olur biter.
İşte ‘muasır medeniyetler
seviyesine çıktık’ bile.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder