9 Şubat 2013 Cumartesi

MOZALAKLAR…


Birkaç haftadır sizlerle; bir zamanlar toplumumuzun çimentosu olan ‘komşuluk’ kavramına dair duygu ve düşüncelerimi paylaşıyor ve çocukluğumu geçirdiğim Ayvalık 41 Evler mahallesindeki komşuluk ilişkilerini ve ne yazık ki birçoğunu yitirmiş olduğumuz eski komşularımızı anıyorum. Bu kavramın kültürümüzde öylesine özel bir yeri vardır ki, dilimiz de kayıtsız kalmamıştır. Türk dilindeki komşuyu yücelten ve yeren deyişler aslında genel insan ilişkilerine tutulan ayna gibidir. “Ev alma komşu al.”, “Komşu, komşunun külüne muhtaçtır.”, “Komşuda pişer, bize de düşer.” gibi olumlu, paylaşıma, dostluğa yönelik söylemlerin yanı sıra; “Kötü komşu insanı ev sahibi yapar.”, “Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür.” gibi kavgaya, kıskanmaya yönelik deyişlerimiz de vardır.

Bizim mahallemizdeki ilişkilerin neredeyse hepsi birinci bölümde ifade edilenler gibiydi. Elbette hayat sadece dikensiz bir gül bahçesi değildi ve ‘insan’ın var olduğu her yerde olabileceği gibi, bazı küçük atışmalar, çekişmeler, münakaşalar, kırgınlıklar yaşanırdı ama hiç biri kalıcı küskünlüklere yol açmayan, zaman içinde atlanılıp geçilen olaylardı bunlar. Küçüklere karşı genel bir ‘sevgi’, büyüklere karşı genel bir ‘saygı’ anlayışı hakimdi. Ama yine her insan ilişkisinde olduğu gibi; çocuk aklım ve yüreğimle; benim için her zaman diğer komşularımızdan daha fazla iz bırakan ve hala sevgiyle andığım büyüklerim olmuştu.

Nihat (Ezer) bey gibi. Mahallenin tam anlamıyla ‘dert babası’ idi Nihat amca. Herkesin sorununa koşar, iyi günde mutluluğunu, kötü günde derdini paylaşmak için mutlaka yanlarında, yanımızda olurdu. Uzun, yukarıya doğru kıvrılmış, çatık kaşlarının çevresinde uyandırdığı çekingenlik duygusu çok aldatıcıydı. Çünkü o görüntü, her zaman atmaya hazır olduğu gökgürültüsü gibi kahkahalarla bir anda yaramaz bir ifadeye bürünürdü. Sabahları 41 Evler’den otobüse binip işine, okuluna, çarşıya giden mahallelilerin arasında, (bugün büyük şehirlerdeki otobüs, metrobüs gibi toplu taşıma araçlarında gençlerin adeta bir sanat haline getirdikleri görmeme, duymama, uyur gibi yapma, yer vermeme gibi davranışların aksine) her hangi bir büyük ayaktayken bizlerden birinin oturması söz konusu bile olamazdı. Yanılıp da oturmuş olanlar onun o davudi sesiyle fırlarlardı yerlerinden: “Mozalaklar, kalkın bakayım yer verin büyüklere!” Benim beş, ağabeyimin 8 yaşlarında olduğu bir dönemde, bir yaz gecesi, annem ve babam mahallenin güvenilirliğinden ve korumacılığından emin, komşuya oturmaya gittiklerinde evde ağabeyimin ayağını akrep soktu. O bir taraftan acıyla bağırıp ben çaresizlikle ağlarken kapının önünden geçmekte olan Nihat amca, üzerine aldığı sorumluluğun ağırlığını ikinci bir kez düşünmeden ikimizi de kucaklamış, hastaneye kadar yürüyerek götürmüş, ağabeyime ilk müdahaleyi yaptırmış ve bizi tekrar eve getirip bizimkiler gelene kadar da başımızda beklemişti.

Bizim mahallemiz işte böyle bir mahalleydi, komşularımız böyle insanlardı, Ayvalık böyle bir kasabaydı ama zaten galiba Türkiye de öyle bir Türkiye idi o zamanlar. Nihat amca ne kadar dışadönük bir insansa aramızdan ayrıldıktan sonra geriye, bize bıraktığı ve sağlık ve uzun ömürler dilediğim Güzin teyzemiz de o kadar sakin, yumuşak, yüzünden gülümseme eksik olmayan bir hanımefendi idi. Dört güzel insan yetiştirdiler bu ülkeye. Güher, Gülter, Salih ve Melih. Ömrü boyunca Ayvalığın önde gelen kuruluşlarının muhasebe yükünü sırtladı Nihat Ezer. Şimdi de oğlu, mahalle, çocukluk ve bebeklik arkadaşım Salih (Ezer) aynı bayrağı daha ileriye taşıyor. Evet sevgili Nihat amca, ‘mozalaklar’ da artık büyüdü ama ne yazık ki toplum ve ilişkiler artık bir zamanlar senin yaptığın gibi herkesi kucaklayan yapısından çok uzak. Yitirdiğimiz bütün büyüklerimiz gibi, sen de nur içinde yat.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder