Birkaç
haftadır sizlerle; bir zamanlar toplumumuzun çimentosu olan ‘komşuluk’ kavramına dair duygu ve
düşüncelerimi paylaşıyor ve çocukluğumu geçirdiğim Ayvalık 41 Evler
mahallesindeki komşuluk ilişkilerini ve ne yazık ki birçoğunu yitirmiş olduğumuz
eski komşularımızı anıyorum. Bu kavramın kültürümüzde öylesine özel bir yeri
vardır ki, dilimiz de kayıtsız kalmamıştır. Türk dilindeki komşuyu yücelten ve
yeren deyişler aslında genel insan ilişkilerine tutulan ayna gibidir. “Ev alma komşu al.”, “Komşu, komşunun külüne muhtaçtır.”, “Komşuda pişer, bize de düşer.” gibi
olumlu, paylaşıma, dostluğa yönelik söylemlerin yanı sıra; “Kötü komşu insanı ev sahibi yapar.”, “Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür.”
gibi kavgaya, kıskanmaya yönelik deyişlerimiz de vardır.
Bizim
mahallemizdeki ilişkilerin neredeyse hepsi birinci bölümde ifade edilenler
gibiydi. Elbette hayat sadece dikensiz bir gül bahçesi değildi ve ‘insan’ın var
olduğu her yerde olabileceği gibi, bazı küçük atışmalar, çekişmeler, münakaşalar,
kırgınlıklar yaşanırdı ama hiç biri kalıcı küskünlüklere yol açmayan, zaman
içinde atlanılıp geçilen olaylardı bunlar. Küçüklere karşı genel bir ‘sevgi’,
büyüklere karşı genel bir ‘saygı’ anlayışı hakimdi. Ama yine her insan
ilişkisinde olduğu gibi; çocuk aklım ve yüreğimle; benim için her zaman diğer
komşularımızdan daha fazla iz bırakan ve hala sevgiyle andığım büyüklerim
olmuştu.
Nihat (Ezer) bey gibi. Mahallenin tam
anlamıyla ‘dert babası’ idi Nihat amca. Herkesin sorununa koşar, iyi günde
mutluluğunu, kötü günde derdini paylaşmak için mutlaka yanlarında, yanımızda
olurdu. Uzun, yukarıya doğru kıvrılmış, çatık kaşlarının çevresinde uyandırdığı
çekingenlik duygusu çok aldatıcıydı. Çünkü o görüntü, her zaman atmaya hazır
olduğu gökgürültüsü gibi kahkahalarla bir anda yaramaz bir ifadeye bürünürdü. Sabahları
41 Evler’den otobüse binip işine, okuluna, çarşıya giden mahallelilerin
arasında, (bugün büyük şehirlerdeki
otobüs, metrobüs gibi toplu taşıma araçlarında gençlerin adeta bir sanat haline
getirdikleri görmeme, duymama, uyur gibi yapma, yer vermeme gibi davranışların
aksine) her hangi bir büyük ayaktayken bizlerden birinin oturması söz
konusu bile olamazdı. Yanılıp da oturmuş olanlar onun o davudi sesiyle
fırlarlardı yerlerinden: “Mozalaklar,
kalkın bakayım yer verin büyüklere!” Benim beş, ağabeyimin 8 yaşlarında olduğu
bir dönemde, bir yaz gecesi, annem ve babam mahallenin güvenilirliğinden ve
korumacılığından emin, komşuya oturmaya gittiklerinde evde ağabeyimin ayağını
akrep soktu. O bir taraftan acıyla bağırıp ben çaresizlikle ağlarken kapının
önünden geçmekte olan Nihat amca, üzerine aldığı sorumluluğun ağırlığını ikinci
bir kez düşünmeden ikimizi de kucaklamış, hastaneye kadar yürüyerek götürmüş,
ağabeyime ilk müdahaleyi yaptırmış ve bizi tekrar eve getirip bizimkiler gelene
kadar da başımızda beklemişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder