Bu hafta
da çocukluğumun ve ilk gençliğimin 41 Evler mahallesindeki sokaklarda dolaşmaya
devam ediyor, benim için çok özel bir komşumuzun anılarımdaki kapısını çalıyorum.
Ali Şuuri Özsu ve Şükriye Özsu. Eminim ki bu satırları okuyanların arasında karı-koca
öğretmen olan bu komşularımızın rahle-i tedrisinden geçmiş Ayvalıklılar vardır.
Şuuri amca; tanıdığım en iyimser, hayata daima olumlu yönden bakmayı
becerebilen, gülmenin kendisine çok yakıştığı, çevresine de bu ışığı yayan bir
insandı. En büyük tutkusu; evlerinin önünde her an denize açılmaya hazır
bekleyen kayığıyla balığa gitmek, en büyük mutlululuğu da, her dönüşünde, bu
işi ne kadar iyi becerdiğinin kanıtı olan kilolarca mercandan bir öğünlüğünü
ailesine ve ona eşlik edecek iki kadeh rakısına ayırıp geri kalanı komşularına
dağıtmak, paylaşmaktı. Eskilerin deyişiyle hayattan ‘kam almayı’ bir sanat haline getirmişti. Babamla ancak yıllar süren
baki bir dostluğun izin verebileceği bir; ‘birbirlerine takılma, kızdırma’
alışkanlıkları vardı. Hayatımızda ve mahalle kültüründe çok önemli bir yeri
olan ve artık çağımızda ne yazık ki unutulmuş değerlerden biri olan gece
oturmalarında; yanlarına ilişip sessiz sedasız, sadece onları izleyerek
öğrendiğim ve hala en sevdiğim oyunlardan biri olan ‘bezik’ seanslarında bu
atışmalar doruğa çıkardı. Ertesi gün, sanki bir önceki gece hiç tartışmamışlar
gibi, 41 Evler durağında otobüsten inince çat kapı bize uğrar, karşılıklı
kahvelerini içerler ve giderdi.
O da,
eşi Şükriye teyze de; komşuluk hukukunun çok ötesinde; biz onların, onlar bizim
ailemizin bir parçası gibiydiler. Üst mahallede oynarken acıktığımda; önünü-arkasını
düşünmeden, kendi evimize değil, daha yakın olan onların evine gider, sorgusuz-sualsiz
mutfağa açılan arka balkon kapılarından girerdim. Her zaman gülecen, sabırlı
bir kadın olan Şükriye teyze de yine sorgusuz-sualsiz karnımı doyururdu ve bir
çocuğun en ciddi işi olan oyun oynamaya dönerdim. Hiç bir şeylerini
sakınmazlardı. Arka bahçelerinde hala duran incir ağacından olgun incirleri
kendi elleriyle koparıp bize dağıtırdı Şuuri amca. Tek sözcükle özetlemek
gerekirse bizim ‘neşe’ kaynağımızdı. Mahallece yapılan gezilerde yine rahmetle
andığım Rasim (Sarihanlı) ve Ali (Zengi) amcalarla birlikte söyledikleri
‘Biz Çamlıca’nın üç gülüyüz.’ şarkısı hala kulaklarımdadır. İki
güzide evlat yetiştirdiler. Ayşegül ve Lale. Gün geldi, Şükriye teyze
yüreğindeki aydınlığı yansıtan, o içi gülen gözlerini sevgili Lale ablama miras
bırakıp aramızdan ayrıldı. Ve yine gün geldi; benim için bir komşudan çok daha
fazla anlam ifade eden Şuuri amca da balık tutkusunu ve mahallede ihtiyaç duyan
herkesin, her an yardımına koşma misyonunu, damadı Eyüp (Arıcan) ağabeye miras
bırakarak sonsuzluktaki yerini aldı.
Merhaba
YanıtlaSilNasıl hitap edeceğimi bilemedim,yıllar önce bir gün "abi" demediğim için tarafından haşlandığım aklıma geliyor hemen.Ama 60 lı yaşlara gelince de bu hitap bana garip geliyor. Neyse,yazılarını büyük bir keyifle okudum ve arasında acaba bizim bahçeden hiç söz edilecek mi diye baktım,bulamadım.Abimlerle hiç mi oynamamıştınız bizim bahçede,hiç mi annemden su istememiştiniz? Pek çoğumunuzun doğumunu yapan babam hiç mi hatırlanmıyor artık ...
Benimki sadece merak... Kusura bakma. N.Ümid İskit