19 Ocak 2013 Cumartesi

SELAM OLSUN…


Ömrünün büyük bir bölümünü Ayvalık’ta geçirmiş ve kasabamızla bağlarını hala çok derin bir şekilde sürdüren bir insan olarak; bir zamanların Ayvalık’ının sokaklarını, çarşısını, plajlarını, mahallelerini, sinemalarını, yaşantısını, insanını, belleğimin arka odalarından çıkarıp yıllardır bu köşede sizlerle paylaşıyorum. O zamanları, o insanları, o Ayvalık’ı; bilmeyenlerin öğrenmesini, unutanların hatırlamasını sağlamaya çalışıyorum. Ama ‘Her horoz kendi çöplüğünde öter.’ sözünden hareketle, her ne kadar eski Ayvalık’ı bütün hücrelerimle yaşamış olsam da -teşbihteki hatanın affedilmesi dileğiyle- galiba benim esas çöplüğüm de geçen hafta sizlerle genel hatlarıyla paylaştığım 41 Evler Mahallesi.
Eminim bu satırları okuyan her Ayvalıklı; sonraki yıllarda ayrılsa, başka yerde yaşamak zorunda kalsa bile ilk olarak içine doğduğu, büyüdüğü mahallesi için benim 41 Evler hakkında hissettiğim ve yıllardır hiç eksilmeyen aynı ‘ait olma duygusu’nu taşıyordur.
Geçen hafta sözünü ettiğim gibi, inanılmaz bir meslek zenginliğine sahip, toplumun hemen her kesiminden ailelerin yaşadığı, fiziki olarak Ayvalık’ın içiyle Çamlık Mahallesi’nin arasında yer almasının yanı sıra, sosyal olarak da Ayvalık’ın bu iki ucunun tam ortasında bir denge unsuru gibiydi 41 Evler.
En önemlisi; güzel insanlardan oluşan, güzel bir mahalleydi bizimki. Ne kadar değerli olduğunu ancak ileri yaşlarımızda anlayabileceğimiz, görünmez bir sevgi haresiyle çevrelenmiş bir ‘korunma duygusu’yla büyüdük. Her büyüğümüz adeta mahalledeki her çocuktan sorumlu hissederdi kendisini.
Ayvalık’a son gelişimde, her zaman yaptığım gibi, ebedi komşumuz Yurdan (Şalmanlı) ablamı ziyaretimde sohbet ederken bana çok trajik bir şey söyledi. ‘Biliyor musun Hüseyin’ dedi, ‘mahallede artık çocuk sesi yok.” Anladım, üzüldüm. Çünkü bizim mahallemizin o dönemlerdeki en büyük zenginliği (BİRİSİ duysa tamamen farklı nedenlerle çok mutlu olurdu eminim) bir-iki hane dışında hemen her evde en az üç-dört çocuk olmasıydı. Üstelik her kuşağın kendi yaşıtlarından oluşan bir zenginlikti bu. Örneğin biz; en küçükleri ben olmak üzere dört kardeştik ve büyük ablamın ayrı, küçük ablamın ayrı, ağabeyimin ve benim ayrı çevremiz ve arkadaşlarımız vardı. Hiçbir şeyin yoksunluğunu çekmeden büyüdük. Çünkü yaşantımız, beklentilerimiz, özlemlerimiz hep o mahalle kültürü tarafından belirleniyordu. Önümüz deniz, arkamız çam ormanıydı. Denizdeki bütün balıklar, kıyıdaki bütün midye ve karadikenler, ağaçlardaki bütün fıstıklar, zaman zaman azar işitsek de komşu bahçelerdeki bütün meyveler elimizin altındaydı, daha ne isterdik ki?  
Benim cephemden bakılınca da işin üzücü tarafı; bütün çocukluğumuz boyunca; şu ya da bu özellikleriyle bizlere örnek olmuş, bizi kendi çocuklarıymışçasına sevmiş, kollamış büyüklerimizin de birer birer aramızdan ayrılmış olmaları. Mahallemizde artık çocuk sesi duyulmadığı gibi, o tanıdık, zaman zaman başımızı okşayan, hatırımızı soran, bir kusurumuzu gördüklerinde kendilerinde bizi azarlama hakkını gören (ki sonuna kadar vardı) amcalarımızın, teyzelerimizin ve hatta ikinci kuşak abla ve ağabeylerimizin bir çoğu da artık yoklar.
Bunun kaçınılmaz bir doğal döngü olduğunu bilmek insanın içini pek de rahatlatmıyor doğrusu. Evet çocuklar büyüdüler ve büyükler, artık sönmüş olmalarına rağmen ışıkları hala sonsuzluğun içinden bize ulaşan yıldızlar olarak gökyüzündeki yerlerini aldılar.  
Hepsine selam olsun.

Haftaya, o yıldızlara doğru birlikte yola çıkıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder