Ömrünün
büyük bir bölümünü Ayvalık’ta geçirmiş ve kasabamızla bağlarını hala çok derin
bir şekilde sürdüren bir insan olarak; bir zamanların Ayvalık’ının sokaklarını,
çarşısını, plajlarını, mahallelerini, sinemalarını, yaşantısını, insanını,
belleğimin arka odalarından çıkarıp yıllardır bu köşede sizlerle paylaşıyorum.
O zamanları, o insanları, o Ayvalık’ı; bilmeyenlerin öğrenmesini, unutanların
hatırlamasını sağlamaya çalışıyorum. Ama ‘Her
horoz kendi çöplüğünde öter.’ sözünden hareketle, her ne kadar eski Ayvalık’ı
bütün hücrelerimle yaşamış olsam da -teşbihteki hatanın affedilmesi dileğiyle- galiba
benim esas çöplüğüm de geçen hafta sizlerle genel hatlarıyla paylaştığım 41 Evler Mahallesi.
Eminim
bu satırları okuyan her Ayvalıklı; sonraki yıllarda ayrılsa, başka yerde
yaşamak zorunda kalsa bile ilk olarak içine doğduğu, büyüdüğü mahallesi için benim
41 Evler hakkında hissettiğim ve yıllardır hiç eksilmeyen aynı ‘ait olma duygusu’nu taşıyordur.
Geçen
hafta sözünü ettiğim gibi, inanılmaz bir meslek zenginliğine sahip, toplumun
hemen her kesiminden ailelerin yaşadığı, fiziki olarak Ayvalık’ın içiyle Çamlık
Mahallesi’nin arasında yer almasının yanı sıra, sosyal olarak da Ayvalık’ın bu
iki ucunun tam ortasında bir denge unsuru gibiydi 41 Evler.
En
önemlisi; güzel insanlardan oluşan, güzel bir mahalleydi bizimki. Ne kadar
değerli olduğunu ancak ileri yaşlarımızda anlayabileceğimiz, görünmez bir sevgi
haresiyle çevrelenmiş bir ‘korunma
duygusu’yla büyüdük. Her büyüğümüz adeta mahalledeki her çocuktan sorumlu
hissederdi kendisini.
Ayvalık’a
son gelişimde, her zaman yaptığım gibi, ebedi komşumuz Yurdan (Şalmanlı) ablamı
ziyaretimde sohbet ederken bana çok trajik bir şey söyledi. ‘Biliyor musun Hüseyin’ dedi, ‘mahallede artık çocuk sesi yok.” Anladım,
üzüldüm. Çünkü bizim mahallemizin o dönemlerdeki en büyük zenginliği (BİRİSİ duysa tamamen farklı nedenlerle çok
mutlu olurdu eminim) bir-iki hane dışında hemen her evde en az üç-dört
çocuk olmasıydı. Üstelik her kuşağın kendi yaşıtlarından oluşan bir zenginlikti
bu. Örneğin biz; en küçükleri ben olmak üzere dört kardeştik ve büyük ablamın
ayrı, küçük ablamın ayrı, ağabeyimin ve benim ayrı çevremiz ve arkadaşlarımız
vardı. Hiçbir şeyin yoksunluğunu çekmeden büyüdük. Çünkü yaşantımız,
beklentilerimiz, özlemlerimiz hep o mahalle kültürü tarafından belirleniyordu.
Önümüz deniz, arkamız çam ormanıydı. Denizdeki bütün balıklar, kıyıdaki bütün
midye ve karadikenler, ağaçlardaki bütün fıstıklar, zaman zaman azar işitsek de
komşu bahçelerdeki bütün meyveler elimizin altındaydı, daha ne isterdik ki?
Benim
cephemden bakılınca da işin üzücü tarafı; bütün çocukluğumuz boyunca; şu ya da
bu özellikleriyle bizlere örnek olmuş, bizi kendi çocuklarıymışçasına sevmiş, kollamış
büyüklerimizin de birer birer aramızdan ayrılmış olmaları. Mahallemizde artık
çocuk sesi duyulmadığı gibi, o tanıdık, zaman zaman başımızı okşayan, hatırımızı
soran, bir kusurumuzu gördüklerinde kendilerinde bizi azarlama hakkını gören
(ki sonuna kadar vardı) amcalarımızın, teyzelerimizin ve hatta ikinci kuşak
abla ve ağabeylerimizin bir çoğu da artık yoklar.
Bunun
kaçınılmaz bir doğal döngü olduğunu bilmek insanın içini pek de rahatlatmıyor
doğrusu. Evet çocuklar büyüdüler ve büyükler, artık sönmüş olmalarına rağmen
ışıkları hala sonsuzluğun içinden bize ulaşan yıldızlar olarak gökyüzündeki
yerlerini aldılar.
Hepsine
selam olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder