Gelişen
bilgisayar teknolojileri ve iletişim teknikleri sayesinde ya da yüzünden yeni
alışkanlıklar, yeni anlayışlar girdi hayatımıza. İnsanlar bilgisayarları aracılığıyla
dünyaya açılırken aslında evlerine kapanıyor oldukları için bizim bir zamanlar
bildiğimiz, yaşadığımız ‘sosyal ilişkiler’ de kabuk değiştirdi. Evet aslında
oturduğumuz yerde ve yaygın gündelik deyişle ‘iki tık’ sayesinde istediğimiz
kişilere ulaşabiliyoruz ama sadece beyaz bir ekranın üzerindeki yazılarla.
Tamam, fotoğraflarını da görebiliyoruz ya da bazı yazılımları kullanarak
anında, görüntülü olarak da haberleşebiliyoruz ama dokunamıyoruz,
hissedemiyoruz, elini sıkamıyor, sarılamıyor, yanağına bir öpücük
konduramıyoruz.
Kısacası;
bu sosyal ağ yüzünden aslında alabildiğine
asosyal olmaya başladık.
Oysa
aslında çok sosyal bir milletizdir biz. Delikanlılığımda hatırlarım,
Ayvalık’tan otobüse binip Ankara’ya, üniversiteye giderken, yola çıktıktan kısa
süre sonra
ya
biz ya da yanımızdaki koltukta oturan yol arkadaşımız önce birbirimize
‘iyi yolculuklar’ dilerdik. Sonra sigara
ikram edilirdi. (Aaaah… ah, bazı okurlar kızacak, biliyorum ama benim için,
otobüslerde bile sigara içilebilen o güzel zamanlardı henüz.) Sonra o olmazsa olmaz soru gelirdi; “Memleket neresi?”
Ve
yolculuğun nereye olduğu (illa ki Ankara olması gerekmiyordu çünkü, yol
üzerindeki başka bir yerleşim yerinde de inilebilirdi), ne amaçla gidildiği
gibi sorulardan sonra gecenin ilerleyen bir saatinde kendimizi ülke sorunları
üzerine tartışır bulurduk. Yolculuğun sonunda, hayatları boyunca bir daha
birbirlerinin yaşamlarına teğet geçme olasılığı bile olmayan bu iki insan ve
diğer koltuklarda oturan diğer insanlar esenleşip, helalleşip ayrılır ve kendi
yönümüze giderdik.
Aile,
dost, arkadaş, okul hatta iş ilişkileri de sosyaldi. Ünlü bir antropolog ve
sosyalbilimci olan Desmond Morris’in; adını bir kitabına da verdiği bir savı
vardır: ‘Sevmek, dokunmaktır.’ der
Desmond Morris. İşte bizler, dokunan insanlardık. Böyle bir sosyal düzenden,
eğitimden, kasaba ahlakından gelerek büyüdük.
O
yüzdendir ki yaşıtım olan arkadaşlarım, hatta yaşça benden büyük olan komşu
ablalarım ve ağabeylerimle Ayvalık’a her gelişimde hala sevgiyle sarılabiliyoruz.
Ve o yüzdendir ki dünya ahiret komşularımız ve yaşça benden büyük olmalarına
karşın dostum kabul ettiğim, dostları olmaktan da onur duyduğum Yurdan
(Şalmanlı) ablamın balkonunda bir akşam üzeri muhteşem bir manzaranın eşliğinde
karşılıklı bir çay içmenin, Lale (Özsu Arıcan) ablam ve değerli ağabeyim Eyüp
Arıcan’la Cunda’ya karşı bir kahve içip sohbet etmenin, yani bir anlamda onlara
‘dokunmanın’ keyfini, bilgisayar
ortamındaki herhangi bir paylaşımın bana vermesine imkan yok. ‘Gazete’ye uğrayıp Oya ve Metin (Uğral) kardeşlerimle
Ayvalık’ı konuşmak, çocukluk arkadaşlarımla buluşup iki kadeh paylaşmak, öğretmenlerimle
rastlaşmak, pasajda Önder (Aksoy) ağabeye uğrayıp ilk gençliğimin bu fotoğraf
ustasıyla eski günlerden söz etmek, Kandiye’de bir soluklanıp çocukluğumun
mahallesinden Serap’la eskileri hatırlamak, pasajının önünde oturan Süleyman
(Ok) ağabeyin elini öpmek, Eczacı Ethem’in (Öztolan) masasının arkasındaki
Atatürk Köşesi’ne her gidişimde sevgiyle bakmak… Ve madalyonun bu yüzünde
duran, daha bu sayfalara sığmayacak kadar çoğaltılabilecek nice ‘dokunuş’.
Madalyonun
diğer yüzünde ise değişen dünya ve Türkiye’ye paralel olarak değişen bir Ayvalık
ve sosyal ilişkiler var. İyiye doğru mu… kötüye doğru mu? Kazanıyor muyuz… kaybediyor
muyuz bilemiyorum. İsmet paşa; ‘Yeni bir dünya
kurulur, Türkiye de o dünyadaki yerini alır.’ demişti. Ama kastettiği
Türkiye’nin,
şu
içinde yaşadığımız Türkiye olup olmadığından hiiiç emin değilim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder