5 Ocak 2013 Cumartesi

MEMLEKET NERESİ…


Gelişen bilgisayar teknolojileri ve iletişim teknikleri sayesinde ya da yüzünden yeni alışkanlıklar, yeni anlayışlar girdi hayatımıza. İnsanlar bilgisayarları aracılığıyla dünyaya açılırken aslında evlerine kapanıyor oldukları için bizim bir zamanlar bildiğimiz, yaşadığımız ‘sosyal ilişkiler’ de kabuk değiştirdi. Evet aslında oturduğumuz yerde ve yaygın gündelik deyişle ‘iki tık’ sayesinde istediğimiz kişilere ulaşabiliyoruz ama sadece beyaz bir ekranın üzerindeki yazılarla. Tamam, fotoğraflarını da görebiliyoruz ya da bazı yazılımları kullanarak anında, görüntülü olarak da haberleşebiliyoruz ama dokunamıyoruz, hissedemiyoruz, elini sıkamıyor, sarılamıyor, yanağına bir öpücük konduramıyoruz.
Kısacası; bu sosyal ağ yüzünden aslında alabildiğine asosyal olmaya başladık.

Oysa aslında çok sosyal bir milletizdir biz. Delikanlılığımda hatırlarım, Ayvalık’tan otobüse binip Ankara’ya, üniversiteye giderken, yola çıktıktan kısa süre sonra
ya biz ya da yanımızdaki koltukta oturan yol arkadaşımız önce birbirimize
‘iyi yolculuklar’ dilerdik. Sonra sigara ikram edilirdi. (Aaaah… ah, bazı okurlar kızacak, biliyorum ama benim için, otobüslerde bile sigara içilebilen o güzel zamanlardı henüz.) Sonra  o olmazsa olmaz soru gelirdi; “Memleket neresi?
Ve yolculuğun nereye olduğu (illa ki Ankara olması gerekmiyordu çünkü, yol üzerindeki başka bir yerleşim yerinde de inilebilirdi), ne amaçla gidildiği gibi sorulardan sonra gecenin ilerleyen bir saatinde kendimizi ülke sorunları üzerine tartışır bulurduk. Yolculuğun sonunda, hayatları boyunca bir daha birbirlerinin yaşamlarına teğet geçme olasılığı bile olmayan bu iki insan ve diğer koltuklarda oturan diğer insanlar esenleşip, helalleşip ayrılır ve kendi yönümüze giderdik.

Aile, dost, arkadaş, okul hatta iş ilişkileri de sosyaldi. Ünlü bir antropolog ve sosyalbilimci olan Desmond Morris’in; adını bir kitabına da verdiği bir savı vardır: ‘Sevmek, dokunmaktır.’ der Desmond Morris. İşte bizler, dokunan insanlardık. Böyle bir sosyal düzenden, eğitimden, kasaba ahlakından gelerek büyüdük.
O yüzdendir ki yaşıtım olan arkadaşlarım, hatta yaşça benden büyük olan komşu ablalarım ve ağabeylerimle Ayvalık’a her gelişimde hala sevgiyle sarılabiliyoruz. Ve o yüzdendir ki dünya ahiret komşularımız ve yaşça benden büyük olmalarına karşın dostum kabul ettiğim, dostları olmaktan da onur duyduğum Yurdan (Şalmanlı) ablamın balkonunda bir akşam üzeri muhteşem bir manzaranın eşliğinde karşılıklı bir çay içmenin, Lale (Özsu Arıcan) ablam ve değerli ağabeyim Eyüp Arıcan’la Cunda’ya karşı bir kahve içip sohbet etmenin, yani bir anlamda onlara ‘dokunmanın’ keyfini, bilgisayar ortamındaki herhangi bir paylaşımın bana vermesine imkan yok. ‘Gazete’ye uğrayıp Oya ve Metin (Uğral) kardeşlerimle Ayvalık’ı konuşmak, çocukluk arkadaşlarımla buluşup iki kadeh paylaşmak, öğretmenlerimle rastlaşmak, pasajda Önder (Aksoy) ağabeye uğrayıp ilk gençliğimin bu fotoğraf ustasıyla eski günlerden söz etmek, Kandiye’de bir soluklanıp çocukluğumun mahallesinden Serap’la eskileri hatırlamak, pasajının önünde oturan Süleyman (Ok) ağabeyin elini öpmek, Eczacı Ethem’in (Öztolan) masasının arkasındaki Atatürk Köşesi’ne her gidişimde sevgiyle bakmak… Ve madalyonun bu yüzünde duran, daha bu sayfalara sığmayacak kadar çoğaltılabilecek nice ‘dokunuş’.

Madalyonun diğer yüzünde ise değişen dünya ve Türkiye’ye paralel olarak değişen bir Ayvalık ve sosyal ilişkiler var. İyiye doğru mu… kötüye doğru mu? Kazanıyor muyuz… kaybediyor muyuz bilemiyorum. İsmet paşa; ‘Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyadaki yerini alır.’ demişti. Ama kastettiği Türkiye’nin,
şu içinde yaşadığımız Türkiye olup olmadığından hiiiç emin değilim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder