Rusya; en azından bizim ziyaret ettiğimiz iki kenti olan
Moskova ve Saint Petersburg; caddeleri, alanları, mimarisi, binaları, parkları,
kiliseleri, köprüleri, müzeleriyle, en önemlisi insanıyla, coğrafyası ve
tarihiyle; aynen Rus kültürünün tüm dünyaca ünlü oyuncağı Matruşka gibi. Tek
farkla ki; bu matruşka iç içe sonsuza kadar gidiyor. Her dış kabuk açıldığında sizi
bambaşka bir ihtişam bekliyor. Oturduğunuz, gezdiğiniz, baktığınız her köşede
işlevsellikle estetiğin inanılmaz bir uyumunu görüyorsunuz. Hiçbir şey sadece
kullanıma yönelik değil, mutlaka farklı, ince, kökü yüzyıllara dayanan, rafine
bir kültürün izleriyle de donanmış. Moskova Metrosu; bunun belki de en bilinen
örneklerinden biri.
Batı kaynaklarınca sadece acımasız, kanlı bir diktatör
olarak sunulan Stalin adlı o bireysel
matruşkanın, ancak o coğrafyada gezip görünce başka boyutlarını tanıyabileceğiniz
o liderin direktifi ile 1928 yılında yapımına başlanan Moskova Metrosu adeta
bir yeraltı müzesi. Bugün 165 istasyonu, 265 kilometrelik hattıyla, 9300 trenin
çalıştığı bu muhteşem eser (buna sadece bir ulaşım şekli diye bakmaya imkan
yok, çünkü her köşesiyle kelimenin tam anlamıyla bir başyapıt) günde 10 milyon
insan taşıyor. Her istasyon; tavan ve yer süslemeleri, heykelleri, rölyefleri,
avizeleri, seramikleri, vitrayları ve tasarım anlayışıyla başka bir sanat
galerisi. Stalin’in Moskova’ya armağanları metroyla da sınırlı değil. Şehrin
hemen her köşesindeki toplu konutları; işlevselliklerinin yanı sıra özgün bir
mimariye sahip. Ve aradan geçen neredeyse bir yüzyıl sonunda bile hala aynı
sağlamlıkla ayakta duruyor ve kullanılıyorlar. Seven Sisters yani Yedi Kız
Kardeş adı verilen olağanüstü gotik gökdelenler de aynı dönemden kalma ve
örneğin bunlardan sadece bir tanesi bile yurtları, lojmanları, kütüphaneleri,
sosyal alanları ve derslikleri ile 10.000 öğrenci ve öğretim görevlisine hizmet
vermeye yetiyor.
Bütün yön göstergelerinin Kiril alfabesiyle yazılması nedeniyle
bir-iki kez yönümüzü şaşırsak da trenden Arbatskaya Metro durağında inip
yukarıya çıkıyoruz. Burası gençliğimizde, üzerine yazılmış kitapları
okuduğumuz, çeşitli dönemlerde aydınların ve sanat insanlarının direnişlerinin
simge mekanı olan Arbat Sokağı’na açılıyor. Ama birçok yerde olduğu gibi yeni
dünya düzeninde Batı kimliğine bürünmüş bu ünlü sokakta; Puşkin’in, Gogol’un, Çehov’un,
Soljenitsin’in Rubakov’un ve eserleri nesilleri beslemiş, büyütmüş olan nice
değerli üstadın; kafelerin ve alış veriş merkezlerinin arasında kaybolmuş ayak izlerini
bulamayınca başka bir yöne çeviriyoruz yüzümüzü. Bu büyük ustalar ve Rusya
tarihine adlarını yazdırmış birçok ünlü isimle birlikte tanıdık, uzaklarda da
olsa her zaman yanımızda olan, içimizden birinin bizi beklediği Moskova’nın
güneyine doğru yöneliyoruz.
Evet; burası; aralarında her biri kendi alanında sadece Rusya
için değil, dünya tarihi ve insanlık için de önemli olan; Çehov, Gogol, Tolstoy,
Bulgakov, Prokofyef, Şostakoviç, Skriyabin, Rubinstein, Ehrenburg, Eisenstein,
Mayakovski, Oistrach, Kruşçev, Yeltsin, Gromiko, Molotov gibi isimlerin sonsuza
kadar uyudukları Novodeviçi Mezarlığı. 27 bin mezarın yer aldığı bu devasa alan
baştan başa huzurlu, yemyeşil bir park
ve adeta bir açık hava galerisi gibi. Çünkü her mezarın başında mezar taşı
yerine, orada yatan kişinin yaşarkenki kimliğine uygun; çağdaş ya da klasik,
gotik ya da neoklasik bir heykel yer alıyor. Bu deryada yolumuzu yitirmemek için
ayrıntılı bir haritanın yardımı ile adım adım ilerliyoruz ve 8. bölgenin 29. caddesinde, bir ulu çınarın
gölgesinde bizi bekleyen; 27 bin kişi içinde bu ayrıcalıklı mezarlığa
defnedilmiş tek yabancı olan eski dostumuzun ebedi istirahatgahına doğru ağır
ağır yaklaşıyoruz. Adeta ‘Ölüme Dair’ şiirindeki dizelerle karşıladığını duyar
gibiyiz bizi:
“Buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz…”
hoş gelip sefalar getirdiniz…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder