17 Kasım 2012 Cumartesi

SEFALAR GETİRDİNİZ…


Rusya; en azından bizim ziyaret ettiğimiz iki kenti olan Moskova ve Saint Petersburg; caddeleri, alanları, mimarisi, binaları, parkları, kiliseleri, köprüleri, müzeleriyle, en önemlisi insanıyla, coğrafyası ve tarihiyle; aynen Rus kültürünün tüm dünyaca ünlü oyuncağı Matruşka gibi. Tek farkla ki; bu matruşka iç içe sonsuza kadar gidiyor. Her dış kabuk açıldığında sizi bambaşka bir ihtişam bekliyor. Oturduğunuz, gezdiğiniz, baktığınız her köşede işlevsellikle estetiğin inanılmaz bir uyumunu görüyorsunuz. Hiçbir şey sadece kullanıma yönelik değil, mutlaka farklı, ince, kökü yüzyıllara dayanan, rafine bir kültürün izleriyle de donanmış. Moskova Metrosu; bunun belki de en bilinen örneklerinden biri.

Batı kaynaklarınca sadece acımasız, kanlı bir diktatör olarak sunulan Stalin adlı  o bireysel matruşkanın, ancak o coğrafyada gezip görünce başka boyutlarını tanıyabileceğiniz o liderin direktifi ile 1928 yılında yapımına başlanan Moskova Metrosu adeta bir yeraltı müzesi. Bugün 165 istasyonu, 265 kilometrelik hattıyla, 9300 trenin çalıştığı bu muhteşem eser (buna sadece bir ulaşım şekli diye bakmaya imkan yok, çünkü her köşesiyle kelimenin tam anlamıyla bir başyapıt) günde 10 milyon insan taşıyor. Her istasyon; tavan ve yer süslemeleri, heykelleri, rölyefleri, avizeleri, seramikleri, vitrayları ve tasarım anlayışıyla başka bir sanat galerisi. Stalin’in Moskova’ya armağanları metroyla da sınırlı değil. Şehrin hemen her köşesindeki toplu konutları; işlevselliklerinin yanı sıra özgün bir mimariye sahip. Ve aradan geçen neredeyse bir yüzyıl sonunda bile hala aynı sağlamlıkla ayakta duruyor ve kullanılıyorlar. Seven Sisters yani Yedi Kız Kardeş adı verilen olağanüstü gotik gökdelenler de aynı dönemden kalma ve örneğin bunlardan sadece bir tanesi bile yurtları, lojmanları, kütüphaneleri, sosyal alanları ve derslikleri ile 10.000 öğrenci ve öğretim görevlisine hizmet vermeye yetiyor.

Bütün yön göstergelerinin Kiril alfabesiyle yazılması nedeniyle bir-iki kez yönümüzü şaşırsak da trenden Arbatskaya Metro durağında inip yukarıya çıkıyoruz. Burası gençliğimizde, üzerine yazılmış kitapları okuduğumuz, çeşitli dönemlerde aydınların ve sanat insanlarının direnişlerinin simge mekanı olan Arbat Sokağı’na açılıyor. Ama birçok yerde olduğu gibi yeni dünya düzeninde Batı kimliğine bürünmüş bu ünlü sokakta; Puşkin’in, Gogol’un, Çehov’un, Soljenitsin’in Rubakov’un ve eserleri nesilleri beslemiş, büyütmüş olan nice değerli üstadın; kafelerin ve alış veriş merkezlerinin arasında kaybolmuş ayak izlerini bulamayınca başka bir yöne çeviriyoruz yüzümüzü. Bu büyük ustalar ve Rusya tarihine adlarını yazdırmış birçok ünlü isimle birlikte tanıdık, uzaklarda da olsa her zaman yanımızda olan, içimizden birinin bizi beklediği Moskova’nın güneyine doğru yöneliyoruz.

Evet; burası; aralarında her biri kendi alanında sadece Rusya için değil, dünya tarihi ve insanlık için de önemli olan; Çehov, Gogol, Tolstoy, Bulgakov, Prokofyef, Şostakoviç, Skriyabin, Rubinstein, Ehrenburg, Eisenstein, Mayakovski, Oistrach, Kruşçev, Yeltsin, Gromiko, Molotov gibi isimlerin sonsuza kadar uyudukları Novodeviçi Mezarlığı. 27 bin mezarın yer aldığı bu devasa alan baştan başa  huzurlu, yemyeşil bir park ve adeta bir açık hava galerisi gibi. Çünkü her mezarın başında mezar taşı yerine, orada yatan kişinin yaşarkenki kimliğine uygun; çağdaş ya da klasik, gotik ya da neoklasik bir heykel yer alıyor. Bu deryada yolumuzu yitirmemek için ayrıntılı bir haritanın yardımı ile adım adım ilerliyoruz ve  8. bölgenin 29. caddesinde, bir ulu çınarın gölgesinde bizi bekleyen; 27 bin kişi içinde bu ayrıcalıklı mezarlığa defnedilmiş tek yabancı olan eski dostumuzun ebedi istirahatgahına doğru ağır ağır yaklaşıyoruz. Adeta ‘Ölüme Dair’ şiirindeki dizelerle karşıladığını duyar gibiyiz bizi:

“Buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz…”

Haftaya: Masalların Masalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder