3 Kasım 2012 Cumartesi

İHTİŞAM…


Şu dünyadaki 60 yılımı geride bırakıp, 61. yılımdan aldığım ilk günün sabahında, 8 Temmuz’da, delikanlılığımızdan bu yana hayata biraz da sol taraftan bakan bizim neslimiz için her zaman ‘girilemezliğin’, ‘ulaşılamazlığın’ simgesi olmuş olan Moskova’ya indik. Bu gezide; daha önceleri bazı yazılarımda sizlerle paylaşmaya çalıştığım; Çek Cumhuriyeti/Prag, Slovakla/Bratislava, Macaristan/Budapeşte, Arnavutluk/Tiran, Karadağ/Podgoritza gibi eski Doğu Bloku ülkelerinden bazılarına yaptığımız yolculuklardan daha farklı duygular içindeydik. Şaka değil; Rusya’daydık… Sovyetler Birliği dağıldıktan sonraki dönemde yaşanan iniş-çıkışlardan sonra bugün dünyanın en büyük ekonomik, siyasi ve askeri güçlerinden biri olarak varlığını sürdüren, yüzde 70’ine yakın bir bölümünün orman, yeşil alan ve tarım alanı olarak korunduğu 17 milyon metrekarelik yüzölçümü, 145 milyon kişilik nüfusu, kişi başına yıllık 16.000 dolara varan ortalama geliri ve belki de en önemlisi; okuma-yazma oranının yüzde 95 olduğu bir devin kollarındaydık. Ve Moskova’daydık… On yıllar boyu çevresini saran, üzerini örten ‘Demir Perde’ bir ucundan aralanmış, geç kalmış gençliğimizin içeriye girmesine izin vermişti.

Kendi himmete muhtaç bir dede, kaldı ki başkalarına himmet ede’ sözünde dile getirildiği gibi, ülkemizde on yıldır yaşananlar ortadayken bu yazıda; hızla değişen dünya düzeni içinde Rusya’nın bugünkü siyasi konjonktürü üzerine bir şeyler söylemenin çok da anlamlı olmadığı görüşündeyim. Bu bağlamda; Rus vatandaşlarının çoğunun ‘Sovyet’ sözcüğünü duydukları zaman konu ne olursa olsun cevap vermeyi reddettiklerini, hele yeni kuşağın ve gençlerin bu kavramı ilk kez duyuyormuşçasına boş boş baktıklarını ve son seçimlerde Rusya Komünist Parti’sinin 100 milyon seçmenden sadece 13 milyonunun oyunu alarak yüzde 17’de kaldığını söylemek yeterince açıklayıcı olacaktır kanısındayım. O yüzden gelin; artık tüketilmiş tartışmaların yerine sizinle Moskova’da gezinelim isterseniz.

Rusya’nın; kaç yazı sürebileceğini henüz benim de kestiremediğim bu gezi notlarında yer alacak olan iki büyük kentini; Moskova ve Saint Petersburg’u
-elbette mümkün değil ama- tek sözcükle tanımlamaya kalksam kullanacağım sıfat ‘ihtişam’ olacaktır. Türkçe’ye ne kadar özen gösterdiğimi, dilin doğru kullanımının benim için ne kadar önemli olduğunu bu köşenin okurları bilirler. Buna rağmen günlük konuşma akışımda sindire sindire kullanamadığım bazı sözcükler de vardır. Bildiğim, kabul ettiğim, kullandığım ama henüz bir türlü içselleştiremediğim sözcüklerden biri de ‘görkem’dir. O yüzden, Moskova ve Saint Petersburg’u nitelerken bilerek ve isteyerek ‘ihtişam’ sözcüğünü kullandım. Çünkü ‘görkemli’ sıfatı, oralarda gördüklerimizi tanımlamakta yeterli derinliği anlatmaktan çok uzak. Bu iki kent de kelimenin hak ettiği anlamıyla ‘muhteşem’ler.

Moskova’yı anlatmaya nereden başlamalı diye düşünürken, sorunun; cevabı içinde barındırdığını farkettim. Dünya tarihinde ender görülen halk ayaklanmalarından birini gerçekleştirerek bir imparatorluğu yıkan, yerine bir ‘sistem’ kuran, eylem adamlığının yanı sıra düşünsel ve teorisyen yönünü de ‘Nereden Başlamalı?’ adlı kitabıyla sonraki nesillere miras bırakan Vladimir İliç Lenin’den başlamalı. Moskova’nın hemen her köşesinde rastlanan heykel ve büstlerinin yanı sıra muhteşem mozolesinden… Haftaya, dünü geride bırakıp efsanevi Kızıl Meydan’ın bugünününde dolaşmaya çıkıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder