20 Ekim 2012 Cumartesi

RÖTAR…


Çocukluğumuzda; hepimizin duyduğu ya da söylediği, bugünün deyişiyle ‘fikir jimnastiği’ olarak nitelendirilebilecek bazı aforizmalar vardı. Örneği ‘Sanat sanat için midir yoksa toplum için midir?’ gibi. Hatırlayanlar olacaktır, bu sözleri alır ve okullardaki ‘münazaralarda’ enine boyuna tartışırdık. Sanki ‘sanat’ denilen o engin okyanus her iki amacı da kucaklayamazmış gibi. Bu tür sözlerin ve belki de en yanlışlarından biri de; ‘Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?’ idi. Bu savın, kendi içinde doğruluğu, yanlışlığı değildi tartışılan. Sanki bir tercih sunulur, birinin diğerine üstünlüğü savunulur, ‘gezmek’ biraz havai bir eylem olarak nitelendirildiği ve ‘okumak’ kendinden menkul bir ciddiyet taşıdığı için genelikle, daha ağır basardı. Yukarıdaki diğer aforizmada olduğu gibi, sanki bu iki edim, yani ‘okumak’ ve ‘gezmek’ birbirini ve dolayısıyla insanı bir arada daha iyi besleyemezmiş gibi.

Yazılarımda sıklıkla bizim kuşak diye sözünü ettiğim nesil; gerek ailelerimizin, gerek öğretmenlerimizin, gerekse ‘çağın’ yönlendirmeleri ile ‘okuyan’ çocuklar olarak büyüdük. Çok da iyi ettik. Ama o ‘gezme’ tarafımız; ait olduğimuz sınıfın maddi koşulları ve yine ‘çağın’ gerekleri sonucu hep bir adım aksak kaldı. Çünkü ailelerimiz için öncelik -doğal ve haklı olarak- bakımımız, beslenmemiz, eğitimimiz, hayatta bir şeyler olabilmemizdeydi. ’Gezmek’ ne de olsa keyfi bir edimdi. Sonra bizler büyüdük, ana-baba olduk. Bu kez de bizler ebeveyn sorumluluklarıyla sarmalanmıştık. Şimdi öncelik kendi çocuklarımızın okuyan çocuklar olarak büyümeleri, bakımları, beslenmeleri, eğitimleri ve hayatta bir şeyler olabilmelerindeydi. Çok şükür, alnımızın akıyla çıktık bu süreçten ama aklımızın bir köşesinde her zaman var olan kendi gezmelerimizi sürekli erteledik durduk.

Bir de baktık ki yaşlanmışız. ‘Yahu dur, ne oluyor, daha ülkede ve dünyada, ‘okumalarımızla’ öğrendiğimiz ama ancak gezip görerek ete kemiğe büründürülecek sınırsız bir coğrafya, insanlar, uluslar, ülkeler, kentler, kültürler var.’ telaşına düştük. Bendeniz, gerek öğretmenliğim sırasındaki tayinler, gerekse farklı sektörlerden farklı müşterilere hizmet verdiğim reklamcılığım nedeniyle güzel ülkemin birçok köşesini görme şansına sahip olmuştum. Bununla da kalmayıp çocuklarımız küçükken ileride ufukları bizden daha geniş olsun, kendi ülkelerini, insanlarını, coğrafyalarını tanısınlar, aktarabildiğimiz kadarıyla tarihlerini de bizzat yerinde görsün, öğrensinler diye hemen fırsatta küçük, çekirdek ailemle gezilere çıkmayı, keyiften ziyade bir görev bildik. Bunların arasında hiç kuşkusuz en değerlileri; özel olarak Ankara’ya Anıtkabir’e ve Çanakkale Şehitliği’ne yaptığımız ziyaretlerdir.

Küçük kuşlarımız kendi kanatlarıyla uçmaya başlayıp yuvadan ayrılınca nihayet, eşimle birlikte yukarıda anlatmaya çalıştığım ‘hayat gaileleri’ nedeniyle varlığını on yıllardır bilincimizin arka odalarına kilitlediğimiz, dışarıdaki o koskoca dünyaya çevirebildik gözlerimizi. Ve kelimenin tam anlamıyla ‘halimiz ve vaktimiz’in elverdiği ölçüde hayatın eteğinin ucundan tutmaya, ömrümüz boyunca ‘okuyarak’ öğrendiklerimizi bir de ‘gezerek’ yaşamaya başladık. Bunların sonuncusu bu yıl yaptığımız Moskova ve Saint Petersburg yolculuğu idi ve geçen haftaki yazımı; ‘Haftaya sizinle Rusya’ya gidiyoruz.’ diye bitirmiştim. Aslında yazıya başlarken uçaktaki yerlerimizi almıştık ama anılar kargosu ağır geldiği için havalanamadık ve bir-iki hafta kadar rötar yaptık. Bu gecikmeden dolayı üzüntümüzü dile getirir, yeni yazılarda yine bir arada olmayı dileriz.        

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder