20. yüzyılın son çeyreği
ile 21. yüzyılın başında, hayatın her alanında olduğu gibi radyo yayıncılığı da
eskiyle kıyaslanamayacak ölçüde çeşitlendi, büyüdü, gelişti. Son istatistiklere
göre Türkiye’de 36’sı ulusal, 100’ü bölgesel, 951’i yerel olmak üzere toplam
olarak tam 1087 radyo istasyonu bulunuyor. Bunlar da resmen kayıtlı olanlar
tabii. Düşünebiliyor musunuz, diyelim ki her gün sadece bir istasyonu dinlemeye
karar veriyorsunuz, ilk dinlediğiniz radyoya tekrar gelmek için aradan
neredeyse üç yıl geçmesi gerekiyor. Nicelikteki bu artış niteliğe de yansıdı mı
derseniz, eski kuşağın bir temsilcisi -ve belki de biraz taraflı- olarak buna ‘evet’
demem biraz zor.
Geçen hafaki yazımda
satır başlarıyla belirtmeye çalıştığım gibi bizim, Türkiye’ye, dünyaya kısacası
hayata açılan tek penceremiz radyo idi. Kuruluşundan bu yana (ve belki de en
vahşi şekilde bu son dönemde) iktidarlar tarafından manipüle edilmeye çalışılan
‘TRT’ diye bir kurum bile yoktu henüz. İstanbul Radyosu, Ankara Radyosu, İzmir
Radyosu gibi şehir radyoları ile özellikle çok başarılı klasik müzik yayını
yapan Ankara Polis Radyosu vardı. Günümüzün dijital evreni içinde büyüyen ve
yaşayan çocuklarımızın, gençlerimizin anlamakta güçlük çekecekleri bir ‘dalga’ kavramı vardı hayatımızda.
Radyolar uzun, orta, kısa ya da çok kısa dalga üzerinden yayın yaparlardı.
Örneğin; Ayvalık Lisesi’nde görev yapmış olan en başarılı müdürlerden Mevlut
Oğuz’un kurduğu ve bendenizin de Esin ve Afşin kardeşlerimle birlikte uzun bir süre
programcı ve yayıncı olarak görev yaptığımız Ayvalık Lisesi Radyosu uzun dalga
üzerinden yayın yapardı.
Sabahları annelerimiz
mutfakta işlerini yaparken bir taraftan ‘Arkası
Yarın’ları
ya da ünlü Türk ve
yabancı yazarların eserlerinden uyarlanan ‘Radyo
Tiyatrosu’nu dinlerlerdi. Duyduğumuz sadece ‘ses’ti, onu ete kemiğe büründürmek, hayalimizde canlandırmak bize
kalıyordu. Gün boyunca hangi programı dinlersek dinleyelim, akşam saat yedide
hemen her evde bir suskunluk, bir ciddiyet olurdu çünkü babalarımız haberleri
ya da o günlerin deyişiyle ‘ajans’ı
dinlerlerdi. Günlük siyasi gelişmelerin yanı sıra, biz çocuklar; İran Şahı Rıza
Pehlevi’nin Prenses Süreyya’dan boşanması, o günlerin Türkiyesi’nde soluk
soluğa izlenen banka soygunu ve takibi gibi olayları geriye doğru anılarımızda biriktirdiğimizi
ancak ileride farkedecektik.
Belleğim, çok sonraları
hayatımı kazanacağım meslek olduğunu henüz bilmediğim radyo reklamlarını da
kayıt altına almış. Bu satırları yazarken, o günlerin çok moda bir şarkısı olan
‘For your information’a uygulanmış temizlik malzemeleri markası ‘Hasan Atilla’ cıngılı ile ‘Job tıraş bıçağı’, ‘Ender zeytin ezmesi’nin sözleri 40-50
yıl gerilerden koşup geliyorlar. Halit Kıvanç, Pertev Tunaseli ve Orhan Ayhan gibi
ustaların anlatımlarıyla maçları sadece dinlemez, kare kare, an be an adeta
statta izler gibi yaşardık. Orhan Ayhan’ın, ‘Laynsmen-Laynsmen’ diye anlatımında sıklıkla kullandığı sözcüğün bir
futbolcu ismi değil ‘Çizgi Adamı/Yan Hakem’
anlamına geldiğini çok sonraları öğrenecektim.
Ama biz ‘gençler’ için
(gülmeyin, biz de gençtik bir zamanlar) en doyulmaz programlar kuşkusuz efsane
müzik yapımcıları; Yavuz Aydar’ın Stüdyo FM’i ve dönemin hemen her albüm,
topluluk ve solistini onun sesinden tanıdığımız usta Engin Arman’ın programlarıydı. Kısacası; bütün bir neslin bilgi,
kültür, eğlence, spor, haber ve akla gelebilecek her türlü iletişim yükünü, o
küçücük kapalı kutu çekiyor, bizi;
değerini ancak ilerideki yıllarda anlayabileceğimiz şekilde hayata hazırlayan
çok önemli bir işlevi yerine getiriyordu.
İnsanlar gibi, radyo da güzeldi, radyo temizdi, radyo
dosttu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder