Sabahın çok
erken saatlerinde 41 Evler semtindeki, iki katlı küçük evimizin kapısı
yıkılırcasına vuruluyordu. Üst kattaki kiracımız/komşumuz Yaşar abla kapının
dışından; “Kalkın, uyanın, radyoyu açın!” diye sesleniyordu. Televizyon henüz Türkiye’ye
uğramamıştı. Bilgisayar, cep telefonu, internet gibi iletişim araçları ise hayalimizde
bile yoktu. Türkiye’yle, dünyayla, kısacası hayatla tek iletişimimiz o sihirli
kutu, ‘radyo’ idi. Babam ve annem
yataklarından fırlayıp; düğmesini açtıktan sonra ısınması ve yayını alabilmesi
yaklaşık 5 dakika süren ‘lambalı’ Siemens marka radyonun başına koştular. 9
yaşındaydım. Küçücük aklım çok önemli bir şeylerin olduğunun sinyallerini
veriyordu ve küçücük bedenimle, adeta radyonun içine girecekmiş gibi yakın
duran babamın yanına sokuldum. Etkileyici, davudi bir sesin okuduğu; “Aziz Türk milleti…” diye başlayan
duyuru tekrar tekrar yayınlanıyordu. Yıl 1960.
Ay Mayıs, gün 27 idi.
Radyo
denilince; çocukluğumdan başlayarak ilk gençliğim, delikanlılığım ve sonrasında
aklıma, anılarıma, belleğime kazınmış binlerce sesten biri, belki de en
unutulmazı bu oldu. Ve bende ve benim kuşağımda iz bırakan daha ne sesler, ne
programlar, ne olaylar, ne sunucular… Örneğin, bunların en değerlilerinden
biri; sayın Orhan Boran kısa süre önce aramızdan ayrıldı. Hem birbirinden farklı, zengin, hayal gücümüzü
besleyen, evlerimizi şenlendiren programlarıyla; hem de bu programları sunarken
kullandığı o güzelim, duru, akıcı Türkçesiyle gönüllerimizde taht kurmanın yanı
sıra kendinden sonraki meslektaşlarına, ulaşılması zor bir hedef koymuş bir
üstattı Orhan Boran. Onun sesi bizi, radyo denilen o küçücük kutunun
arkasındaki; genişliği ve zenginliği sadece bizim hayal gücümüzle şekillenen
sonsuz aleme taşır, ‘Orhan Boran ve Yuki’yi
dinlerken güler, eğlenir, gözümüzde bin türlü canlandırırdık. Bir hayali
‘kayınbiraderi’ vardı sevgili Orhan Boran’ın skeçlerinin. Biraz problemli, pek
bir baltaya sap olamamış, ve hep ‘enişte’sine sorun yaratan. Öylesine canlı,
yaşanmış gibi bir ustalık ve sesindeki farklı renkler, heyecanlar ve
tonlamalarla aktarırdı ki kayınbiraderi ile başından geçen olayları, kendisi kulaklarımız
aracılığıyla ete kemiğe bürünür, bazen güler, hatta bazen kızardık Orhan beye
yarattığı sorunlar için bu hayal kahramanına. Bilgi ve kültür yarışmalarında,
yarışmacıların girdikleri ‘kabin’lerin ve sorulara cevap verme önceliğini elde
edebilmek için bastıklarını dinlediğimiz ‘düğme’nin nasıl bir şey olduğunu ise
çooook sonraları televizyon denilen aracın hayatımıza girip bize göstermesi ile
anlayabildik.
Türk tiyatrosunda kendi
benzersiz oyun ve oyunculuklarıyla bir köşe taşı, kendilerinden sonra gelen
kuşaklar için bir ‘ekol’ olan ve yine geçtiğimiz günlerde temel direklerinden
biri olan Sayın Müşfik Kenter’i sonsuzluğa uğurladığımız Kenterlerle tanışmamız da yine radyonun o büyülü atmosferindeki ‘Uğurlugil’ ailesi aracılığıyla olmuştu.
Ve; diksiyonuyla, olaylara müdahalesiyle, akıl hocalığıyla ailenin temel
taşlarından biri olan ‘Arap Bacı’nın
ne Arap ne de baçı olduğunu, bu unutulmaz sesli kahramanın da Türk Tiyatrosu’nun
en köklü oyuncu ailelerinden birinin en başarılı temsilcilerinden olan sevgili Tevfik Gelenbe olduğunu öğrenmek için biraz
daha büyümeyi beklememiz gerekecekti.
O günlerde her çocuk;
çocukluğun masum düşleri ile beslenen birer Alice idiyse radyo da, düğmesi
çevrildiği andan itibaren bizi içine çeken bir ‘Harikalar Diyarı’ idi.
Arkası… haftaya.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder