8 Eylül 2012 Cumartesi

ARKASI YARIN…


Sabahın çok erken saatlerinde 41 Evler semtindeki, iki katlı küçük evimizin kapısı yıkılırcasına vuruluyordu. Üst kattaki kiracımız/komşumuz Yaşar abla kapının dışından; “Kalkın, uyanın, radyoyu açın!” diye sesleniyordu. Televizyon henüz Türkiye’ye uğramamıştı. Bilgisayar, cep telefonu, internet gibi iletişim araçları ise hayalimizde bile yoktu. Türkiye’yle, dünyayla, kısacası hayatla tek iletişimimiz o sihirli kutu, ‘radyo’ idi. Babam ve annem yataklarından fırlayıp; düğmesini açtıktan sonra ısınması ve yayını alabilmesi yaklaşık 5 dakika süren ‘lambalı’ Siemens marka radyonun başına koştular. 9 yaşındaydım. Küçücük aklım çok önemli bir şeylerin olduğunun sinyallerini veriyordu ve küçücük bedenimle, adeta radyonun içine girecekmiş gibi yakın duran babamın yanına sokuldum. Etkileyici, davudi bir sesin okuduğu; “Aziz Türk milleti…” diye başlayan duyuru tekrar tekrar yayınlanıyordu. Yıl 1960. Ay Mayıs, gün 27 idi.

Radyo denilince; çocukluğumdan başlayarak ilk gençliğim, delikanlılığım ve sonrasında aklıma, anılarıma, belleğime kazınmış binlerce sesten biri, belki de en unutulmazı bu oldu. Ve bende ve benim kuşağımda iz bırakan daha ne sesler, ne programlar, ne olaylar, ne sunucular… Örneğin, bunların en değerlilerinden biri; sayın Orhan Boran kısa süre önce aramızdan ayrıldı. Hem birbirinden farklı, zengin, hayal gücümüzü besleyen, evlerimizi şenlendiren programlarıyla; hem de bu programları sunarken kullandığı o güzelim, duru, akıcı Türkçesiyle gönüllerimizde taht kurmanın yanı sıra kendinden sonraki meslektaşlarına, ulaşılması zor bir hedef koymuş bir üstattı Orhan Boran. Onun sesi bizi, radyo denilen o küçücük kutunun arkasındaki; genişliği ve zenginliği sadece bizim hayal gücümüzle şekillenen sonsuz aleme taşır, ‘Orhan Boran ve Yuki’yi dinlerken güler, eğlenir, gözümüzde bin türlü canlandırırdık. Bir hayali ‘kayınbiraderi’ vardı sevgili Orhan Boran’ın skeçlerinin. Biraz problemli, pek bir baltaya sap olamamış, ve hep ‘enişte’sine sorun yaratan. Öylesine canlı, yaşanmış gibi bir ustalık ve sesindeki farklı renkler, heyecanlar ve tonlamalarla aktarırdı ki kayınbiraderi ile başından geçen olayları, kendisi kulaklarımız aracılığıyla ete kemiğe bürünür, bazen güler, hatta bazen kızardık Orhan beye yarattığı sorunlar için bu hayal kahramanına. Bilgi ve kültür yarışmalarında, yarışmacıların girdikleri ‘kabin’lerin ve sorulara cevap verme önceliğini elde edebilmek için bastıklarını dinlediğimiz ‘düğme’nin nasıl bir şey olduğunu ise çooook sonraları televizyon denilen aracın hayatımıza girip bize göstermesi ile anlayabildik.

Türk tiyatrosunda kendi benzersiz oyun ve oyunculuklarıyla bir köşe taşı, kendilerinden sonra gelen kuşaklar için bir ‘ekol’ olan ve yine geçtiğimiz günlerde temel direklerinden biri olan Sayın Müşfik Kenter’i sonsuzluğa uğurladığımız Kenterlerle tanışmamız da yine radyonun o büyülü atmosferindeki ‘Uğurlugil’ ailesi aracılığıyla olmuştu. Ve; diksiyonuyla, olaylara müdahalesiyle, akıl hocalığıyla ailenin temel taşlarından biri olan ‘Arap Bacı’nın ne Arap ne de baçı olduğunu, bu unutulmaz sesli kahramanın da Türk Tiyatrosu’nun en köklü oyuncu ailelerinden birinin en başarılı temsilcilerinden olan sevgili Tevfik Gelenbe olduğunu öğrenmek için biraz daha büyümeyi beklememiz gerekecekti.

O günlerde her çocuk; çocukluğun masum düşleri ile beslenen birer Alice idiyse radyo da, düğmesi çevrildiği andan itibaren bizi içine çeken bir ‘Harikalar Diyarı’ idi.
Arkası… haftaya.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder