27 Temmuz 2012 Cuma

GÜZEL GÜNLER…


İnsanın, geçimini sağlamak için hayatta sevdiği işi yapması kadar büyük mutluluk yoktur sanırım. Ben, ömrüm boyunca sevdiğim ‘iki işi’ yapabilmiş ve ucundan kıyısından hala da yapmaya çalışan ender şanslılardanım. İlk mesleğimin İngilizce öğretmenliği olmasına karşın 61 yıllık ömrümde benim işim hep ‘Türkçe’ ile ilgili oldu. Çünkü ikinci bir dili öğrenebilmek, hele hele öğretebilmek için temel koşul kendi dilini iyi bilmek, inceliklerine hakim olmaktan geçiyordu. Ve güzel ülkemin güzel zamanlarında, kendi alanlarındaki en yetkin, en değerli öğretmenlerin rahle-i tedrisinde; o zamanlar henüz üniversiteye dönüşüp çeşitli alanlara dal-budak sarmamış, dekanlarının; askılı bluz giyinmiş kız öğrencileri sınava almamakla tehdit etmedikleri, işi sadece öğretmen yetiştirmek olan bir irfan yuvasında, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğrenim görme mutluluğunu yaşadım.

Kazandıklarımız; sadece profesyonel bilgilerle donandığımız, mesleğimizi öğrendiğimiz ‘öğretim’le sınırlı değildi. Asıl edindiğimiz değerler; bakanlığımızın adını aldığı ve günümüzde o adın anlamını ne kadar taşıyor olduğu tartışma götürebilecek köklü bir ‘eğitim’di aynı zamanda. Kimisinden sınıfta bir ‘öğretmen duruşu’ sergilemeyi öğrendim. Kimisinden öğrencinin saygısını kazanmanın ve öğrenciye saygı göstermenin yollarını. Zamanı ekonomik kullanmayı, çocukların algı kapasitelerine göre farklı yöntemler uygulamayı, sınıfta nefes almayı ve çocuklara nefes alacak zaman ve alan yaratmayı, bir öğretmenin sadece okulda değil, okul dışında, hayatın içinde de nasıl giyinmesi, nasıl davranması, nasıl konuşması gerektiğini. Bağırmamayı, çünkü sesiniz ne kadar yüksek çıkarsa aslında o kadar az duyulduğunuzu, hangi işi yaparsanız yapın ama özellikle öğretmenlik yapıyorsanız, Sait Faik’in ‘Bir insanı sevmekle başlar her şey.’ cümlesinde olduğu gibi, işin temelinin yaptığınız işi ve insanı sevmekte yattığını öğrendim. Aradan geçen 40 yıla yakın süreden sonra hala, hayatın içinde kendimi; öğretmenlerimden taaa o zamanlarda edindiğim davranış biçimlerini gösterirken yakalarım. Öğretmenliklerinin yanı sıra her biri birer dil bilimci olan bu değerli insanların üzerinde en hassasiyetle durdukları konu, doğal olarak Türkçe’nin doğru ve güzel kullanımıydı. ‘Ana dilimiz’ olarak bebeklikten itibaren doğal süreciyle öğrendiğimiz ve konuşageldiğimiz dilin; dünyada gramer altyapısı en sağlam, ifade derinliği en köklü, yöresel çeşitliliği en zengin dillerden biri olduğunu ve dilimize yazarken de konuşurken de ‘saygı gösterilmesi’ gerektiğini onlardan öğrendim ve hem hayatım boyunca yaptığım iki iş olan öğretmenlik ve reklam metin yazarlığında, hem de özel uğraşlarım olan şiir, öykü ya da her hafta elinize ulaşan bu sohbet yazılarında uygulamaya çalıştım.

Biraz tersinleme olacak ama bizim kuşağın bu bağlamda bir şansı da; her şeyin bize görsel olarak hazır sunulduğu televizyon, bilgisayar, internet gibi mecraların henüz hayatımızda yer almamış olması idi. Gazete, dergi, kitap gibi araçların dışında hayatla iletişimimiz temel olarak radyo aracılığıyla oluyordu. Radyo da tümüyle konuşmaya, dile dayalı bir mecra olduğu için Türkçe işitiyor, Türkçe ‘dinliyorduk’. Programcıların, sunucuların, haber spikerlerinin, yarışma takdimcilerinin; tonlamaları ve üslupları birbirinden elbette farklı ama toplamda hepsinin temiz, akıcı, kulağımızda hiçbir kirlilik biriktirmeyen Türkçe’lerini. Elbette farkında değilmişim ama o sesler, o programlar, radyonun; hiçbir şeyi hazır sunmayıp, arkasındaki dünyayı renklendirmeyi ve şekillendirmeyi tamamen dinleyenin hayal gücüne bırakan sihri beni o sıralarda daha Türkiye’de emekleme döneminde bile olmayan, gelecekteki ikinci mesleğime, reklamcılığa hazırlıyormuş.

Gelin, haftaya sizinle ‘Radyo Günleri’ne gidelim. Ama radyonun, bugün hayatın hemen her alanında olduğu gibi, kirlenmemiş, duru, güzel günlerine.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder