İnsanın, geçimini
sağlamak için hayatta sevdiği işi yapması kadar büyük mutluluk yoktur sanırım.
Ben, ömrüm boyunca sevdiğim ‘iki işi’ yapabilmiş ve ucundan kıyısından hala da
yapmaya çalışan ender şanslılardanım. İlk mesleğimin İngilizce öğretmenliği
olmasına karşın 61 yıllık ömrümde benim işim hep ‘Türkçe’ ile ilgili oldu. Çünkü ikinci bir dili öğrenebilmek, hele
hele öğretebilmek için temel koşul kendi dilini iyi bilmek, inceliklerine hakim
olmaktan geçiyordu. Ve güzel ülkemin güzel zamanlarında, kendi alanlarındaki en
yetkin, en değerli öğretmenlerin rahle-i tedrisinde; o zamanlar henüz
üniversiteye dönüşüp çeşitli alanlara dal-budak sarmamış, dekanlarının; askılı
bluz giyinmiş kız öğrencileri sınava almamakla tehdit etmedikleri, işi sadece
öğretmen yetiştirmek olan bir irfan yuvasında, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğrenim görme mutluluğunu yaşadım.
Kazandıklarımız; sadece
profesyonel bilgilerle donandığımız, mesleğimizi öğrendiğimiz ‘öğretim’le sınırlı değildi. Asıl
edindiğimiz değerler; bakanlığımızın adını aldığı ve günümüzde o adın anlamını
ne kadar taşıyor olduğu tartışma götürebilecek köklü bir ‘eğitim’di aynı zamanda. Kimisinden sınıfta bir ‘öğretmen duruşu’ sergilemeyi öğrendim. Kimisinden öğrencinin saygısını
kazanmanın ve öğrenciye saygı göstermenin yollarını. Zamanı ekonomik
kullanmayı, çocukların algı kapasitelerine göre farklı yöntemler uygulamayı,
sınıfta nefes almayı ve çocuklara nefes alacak zaman ve alan yaratmayı, bir
öğretmenin sadece okulda değil, okul dışında, hayatın içinde de nasıl
giyinmesi, nasıl davranması, nasıl konuşması gerektiğini. Bağırmamayı, çünkü
sesiniz ne kadar yüksek çıkarsa aslında o kadar az duyulduğunuzu, hangi işi
yaparsanız yapın ama özellikle öğretmenlik yapıyorsanız, Sait Faik’in ‘Bir insanı sevmekle başlar her şey.’
cümlesinde olduğu gibi, işin temelinin yaptığınız işi ve insanı sevmekte
yattığını öğrendim. Aradan geçen 40 yıla yakın süreden sonra hala, hayatın
içinde kendimi; öğretmenlerimden taaa o zamanlarda edindiğim davranış
biçimlerini gösterirken yakalarım. Öğretmenliklerinin yanı sıra her biri birer
dil bilimci olan bu değerli insanların üzerinde en hassasiyetle durdukları
konu, doğal olarak Türkçe’nin doğru ve güzel kullanımıydı. ‘Ana dilimiz’ olarak
bebeklikten itibaren doğal süreciyle öğrendiğimiz ve konuşageldiğimiz dilin;
dünyada gramer altyapısı en sağlam, ifade derinliği en köklü, yöresel
çeşitliliği en zengin dillerden biri olduğunu ve dilimize yazarken de
konuşurken de ‘saygı gösterilmesi’
gerektiğini onlardan öğrendim ve hem hayatım boyunca yaptığım iki iş olan öğretmenlik
ve reklam metin yazarlığında, hem de özel uğraşlarım olan şiir, öykü ya da her
hafta elinize ulaşan bu sohbet yazılarında uygulamaya çalıştım.
Biraz tersinleme olacak
ama bizim kuşağın bu bağlamda bir şansı da; her şeyin bize görsel olarak hazır
sunulduğu televizyon, bilgisayar, internet gibi mecraların henüz hayatımızda
yer almamış olması idi. Gazete, dergi, kitap gibi araçların dışında hayatla
iletişimimiz temel olarak radyo aracılığıyla oluyordu. Radyo da tümüyle
konuşmaya, dile dayalı bir mecra olduğu için Türkçe işitiyor, Türkçe
‘dinliyorduk’. Programcıların, sunucuların, haber spikerlerinin, yarışma
takdimcilerinin; tonlamaları ve üslupları birbirinden elbette farklı ama
toplamda hepsinin temiz, akıcı, kulağımızda hiçbir kirlilik biriktirmeyen
Türkçe’lerini. Elbette farkında değilmişim ama o sesler, o programlar,
radyonun; hiçbir şeyi hazır sunmayıp, arkasındaki dünyayı renklendirmeyi ve
şekillendirmeyi tamamen dinleyenin hayal gücüne bırakan sihri beni o sıralarda
daha Türkiye’de emekleme döneminde bile olmayan, gelecekteki ikinci mesleğime,
reklamcılığa hazırlıyormuş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder