21 Eylül 2012 Cuma

BİZİM ZAMANIMIZDA…

-->
Genç kuşaklar; “bizim zamanımızda…” diye başlayan konuşmaları pek sevmezler. Çünkü anlatıcı ya da konuşucuya göre onların zamanı hep, yaşanıyor olandan daha iyi, daha mutlu dönemlerdir. Oysa o zamanlarda da bireysel ya da toplumsal olarak ‘o zaman’ın eskisine göre değişimler, acılar, uyumsuzluklar, mutsuzluklar yaşanmıştır. Ama bellek bağışlayıcıdır. Uzun süredir görüşmediğiniz, yaşıtınız olan bir dostunuzla oturun, sohbet edin. Göreceksiniz ki çoğunlukla; mahalle, okul, çocukluk, gençlik dönemlerine dair birlikte güldüğünüz, mutlu olduğunuz anılar, kaçamaklar, küçük haylazlıklar, masum şakalar, ilk aşklar hatırlanacaktır. 20. yüzyılın son çeyreği ile özellikle 21. yüzyılın, şu içinde yaşıyor olduğumuz ilk çeyreğindeki süreçte; dünyada, ülkemizde, toplumumuzda, insanımızda olan ve süregiden değişimleri düşünecek olursak, “bizim zamanımızda…” diye başlayan anlatımlarda kaçınılmaz olarak kendini gösteren eskiye özlemin altındaki gerçeklik payını daha iyi hissederiz sanırım.

Bu köşenin okurları; bu kardeşinizin de ‘bizim kuşak…’ temalı birçok yazı yazdığını hatırlayacaktır. Bu durum elbette her şeyden önce yaşla tariflenmektedir. Ayvalık’ta doğan, bebekliğini, çocukluğunu ilk gençliğini, delikanlılığını Ayvalık’ta yaşayan, sonraki yıllarda da hayat kendisini nereye sürüklemiş olursa olsun Ayvalık’la, arkadaşlarıyla, esnafıyla, komşularıyla fiziki ve gönül bağını hiçbir zaman koparmamış bir hemşehriniz olarak bugünün Türkiye’si, toplumu ve insanına 61 yaşının penceresinden bakınca “bizim zamanımıza…” yoğun bir özlem duymamama imkan yok. O dönemlerdeki herkesi, her köşeyi, her şeyi özlüyorum. Mahallemizi, her biri sanki adı konulmamış bir ortak yaşamın sorumluluğuyla hangi evin olursa olsun çocuklarına sahip çıkan, koruyan komşularımızı, birçoğuyla ilişkimizi hala aynı sıcaklıkla sürdürdüğümüz mahalle ve okul arkadaşlarımı, öğretmenlerimizi, belediye otobüs şoförlerimizi, esnafımızı özlüyorum.

Sinemalarımızı, denizimizi, sakin yaz öğleden sonraları gözlerimizi yavaş yavaş kapanmaya çağıran Ağustos (ya da bizim deyişimizle cırcır) böceklerinin seslerini, domatesini, şeftalisini, Üç Kayalar’ın üzerinde ilkel ama bizim eserimiz olan kamışlarla balık tutmayı, o balıkların büyük bir kısmını, mahallede yolumuzu gözleyen, herbirini doğdukları andan itibaren tanıdığımız kedilere dağıtmayı, bir küheylanın derisindeki titreşimler gibi denizin yüzeyini ürperten imbatını, kuzeyden ‘dört nala’ kopup gelen, körfezi ‘deli dalgalar’la boyayan poyrazını, Ramazan’da İhsan beyin fırınının önündeki insanlarla paylaşılan bir huzur duygusuyla pide kuyruğuna girmeyi, Kapri’sini, Çamlık’ını, Sarmısaklı’sını, Cunda’sını… (şimdiki genç kuşaklar gücenmesin) ama hepsini “bizim zamanımızdaki…” halleriyle özlüyorum.

Biliyorum; zamanın durdurulamaz akışı içinde hep eskiler ve yeniler, gelenler ve gidenler, yaşamış ve yaşayacak olanlar ve bunun sonucunda her zaman; “bizim zamanımızda…” diye anlatanlarla bu satırları okurken olduğunu tahmin ettiğim gibi, içlerindeki bastırılmış sıkıntıyı saygı örtüsü altında gizleyerek gizli gülümsemelerle “başladı yine…” diye dinleyenler olacaktır. Onların da, bizim artık var olmadığımız bir gelecekte kendilerini “bizim zamanımızda…” diye konuşurken bulacaklarından eminim. Gelin; eski mahallemizi ve insanlarımızı anlatma niyetiyle başladığım ama Ayvalık özleminin elimden koparıp aldığı bu yazıyı Yıldırım Gürses’in o unutulmaz şarkısıyla noktalayalım: “Yine mevsimler dönecek… yine yapraklar düşecek… giden gençliğimiz geri dönmeyecek.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder