Genç kuşaklar; “bizim zamanımızda…”
diye başlayan konuşmaları pek sevmezler. Çünkü anlatıcı ya da konuşucuya göre
onların zamanı hep, yaşanıyor olandan daha iyi, daha mutlu dönemlerdir. Oysa o
zamanlarda da bireysel ya da toplumsal olarak ‘o zaman’ın eskisine göre
değişimler, acılar, uyumsuzluklar, mutsuzluklar yaşanmıştır. Ama bellek
bağışlayıcıdır. Uzun süredir görüşmediğiniz, yaşıtınız olan bir dostunuzla
oturun, sohbet edin. Göreceksiniz ki çoğunlukla; mahalle, okul, çocukluk, gençlik
dönemlerine dair birlikte güldüğünüz, mutlu olduğunuz anılar, kaçamaklar, küçük
haylazlıklar, masum şakalar, ilk aşklar hatırlanacaktır. 20. yüzyılın son
çeyreği ile özellikle 21. yüzyılın, şu içinde yaşıyor olduğumuz ilk
çeyreğindeki süreçte; dünyada, ülkemizde, toplumumuzda, insanımızda olan ve
süregiden değişimleri düşünecek olursak, “bizim zamanımızda…” diye başlayan
anlatımlarda kaçınılmaz olarak kendini gösteren eskiye özlemin altındaki
gerçeklik payını daha iyi hissederiz sanırım.
Bu köşenin okurları; bu
kardeşinizin de ‘bizim kuşak…’ temalı birçok yazı yazdığını hatırlayacaktır. Bu
durum elbette her şeyden önce yaşla tariflenmektedir. Ayvalık’ta doğan,
bebekliğini, çocukluğunu ilk gençliğini, delikanlılığını Ayvalık’ta yaşayan,
sonraki yıllarda da hayat kendisini nereye sürüklemiş olursa olsun Ayvalık’la,
arkadaşlarıyla, esnafıyla, komşularıyla fiziki ve gönül bağını hiçbir zaman
koparmamış bir hemşehriniz olarak bugünün Türkiye’si, toplumu ve insanına 61
yaşının penceresinden bakınca “bizim zamanımıza…” yoğun bir özlem duymamama
imkan yok. O dönemlerdeki herkesi, her köşeyi, her şeyi özlüyorum. Mahallemizi,
her biri sanki adı konulmamış bir ortak yaşamın sorumluluğuyla hangi evin
olursa olsun çocuklarına sahip çıkan, koruyan komşularımızı, birçoğuyla
ilişkimizi hala aynı sıcaklıkla sürdürdüğümüz mahalle ve okul arkadaşlarımı,
öğretmenlerimizi, belediye otobüs şoförlerimizi, esnafımızı özlüyorum.
Sinemalarımızı, denizimizi, sakin
yaz öğleden sonraları gözlerimizi yavaş yavaş kapanmaya çağıran Ağustos (ya da
bizim deyişimizle cırcır) böceklerinin seslerini, domatesini, şeftalisini, Üç
Kayalar’ın üzerinde ilkel ama bizim eserimiz olan kamışlarla balık tutmayı, o
balıkların büyük bir kısmını, mahallede yolumuzu gözleyen, herbirini doğdukları
andan itibaren tanıdığımız kedilere dağıtmayı, bir küheylanın derisindeki
titreşimler gibi denizin yüzeyini ürperten imbatını, kuzeyden ‘dört nala’ kopup gelen, körfezi ‘deli dalgalar’la boyayan poyrazını, Ramazan’da
İhsan beyin fırınının önündeki insanlarla paylaşılan bir huzur duygusuyla pide
kuyruğuna girmeyi, Kapri’sini, Çamlık’ını, Sarmısaklı’sını, Cunda’sını… (şimdiki
genç kuşaklar gücenmesin) ama hepsini “bizim zamanımızdaki…” halleriyle
özlüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder