Biz balık hafızalı bir ulusuz. En
iyi becerdiğimiz şeylerin başında ‘unutmak’ gelir. Başarıyla ve itinayla
unuturuz. Tarihimizi unuturuz, geçmişimizi unuturuz, yaşananları, bize
yaşatılanları, acılarımızı unuturuz. Bu unutma eşiği, bazen neredeyse hemen, geçen haftadan başlar,
(biraz tersinleme gibi olacak ama) geride bıraktığımız nesillere kadar uzanır. (Ne
kadar başarıyla unuttuğumuzun
% 52 ile ifade edilen matematik
karşılığı bile vardır ya, konumuz en azından bugünkü yazıda o değil, -eğer
unutmazsak- onu başka bir yazıda işleriz.)
Bu topraklarda neredeyse 800 yıldır
yaşıyor olmamıza ragmen kanımızdaki ‘göçer’likten dolayı bizim bir ‘soyağacı’
geleneğimiz de oluşmamıştır. Örneğin;
bu satırları okuyorsanız ve
evinizde hala hayatta olan bir ya da birden fazla aile büyüğünüz varsa akşam
eve gittiğinizde onlara bir sorun bakalım kendi büyükanne ve büyükbabalarının,
yani sizlerin de soylarından geldiğiniz büyük atalarınızın isimlerini
hatırlıyorlar mı? Ben sevgili babam sağken onu bu konuda epey zorlamış ve uzun
hatırlama çabalarından sonra babamın dedesinin adının Şaban olduğunu
öğrenebilmiştim. Ayvalık’a son gelişimde şu anda -Tanrı bütün yaşayan
büyüklerimizle birlikte ona da ömür versin- 86 yaşında olan anneme de aynı
soruları yönelttim ve anneannemin babasının adının Osman olduğunu öğrendim. ‘İyi,
öğrendin de ne oldu?’ diyeceksiniz. Ne oldu biliyor musunuz,
iki büyük dedem aniden aramıza
katıldı, artık yaşıyor olmasalar bile ‘yaşamış’ oldular. İzleri kaldı. Diğer
büyükanne ve büyükbabalarım ise üstat Timur Selçuk’un bestelediği, Ümit Yaşar
Oğuzcan’ın o unutulmaz ‘Ayrılanlar İçin’ şiirinin dizelerinde söz edildiği gibi
‘hiç yaşamamışçasına… hiç sevmemişçesine…”
unutuldular ve zamanın kara deliğinde yok oldular.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder