Hepimiz
yaşamımız boyunca biyolojik, sosyal, toplumsal çeşitli sıfatlar yükleniyoruz.
Süreç içinde çocuk oluyoruz, yetişkin oluyoruz, erkek, kadın, baba, anne, karı,
koca, kardeş, abla, ağabey, büyükbaba, büyükanne oluyoruz. Yeğen, kuzen, amca,
teyze, halı, dayı, öğrenci, arkadaş, dost oluyoruz. Genetik ve yapısal olmanın
yanı sıra toplumun ve koşulların bize eklediği ve yüklediği nitelemeler de
oluyor: Aydın oluyoruz, yobaz oluyoruz, yapıcı, yıkıcı, mutlu, depresif,
yardımsever, hoşgörülü, bencil, çıkarcı, umursamaz, sorumlu, sorumsuz,
güvenilir, dönek, ilkeli, kalleş, muhteris, fedakar… oluyoruz.
Bir
meslek sahibi olduğumuzda başka bir sıfat daha ediniyoruz: Öğretmen, doktor,
yazar, mühendis, çiçekçi, sporcu, asker, çöpçü, kapıcı, pilot, gazeteci,
sanatçı, memur, avukat, yargıç, tamirci, marangoz, sihirbaz, hemşire,
muhasebeci, tüccar… ya da eğitimimiz, içine doğduğumuz aile, olanaklarımız,
yetenek ve becerilerimiz, meraklarımız bizi nereye doğru götürüyorsa yüzlerce
meslekten birini ekliyoruz ismimizin başına.
Sonra…
Çalışıyoruz, çalışıyoruz, çalışıyoruz.
Ve
yolunda gittiyse her şey, süreç, olması gerektiği gibi tamamlandıysa hepimiz
ortak bir sıfatta buluşuyoruz: Emekli!
Ve
tam o noktada dönüp geride bıraktıklarımıza, ileriye doğru ‘biriktirdiklerimize’
bakıyor ve kendimizi, kendimize; okumuş olan dostların hatırlayacaklarını
umduğum, geçen haftaki yazımın bitiriş sorusunu sorarken buluyoruz:
Peki ya sonra?
Sorun;
her ne iseniz ve nasıl yaşamış, ne olmaya çabalamış olursanız olun gelip gelip
bütün nitelemelerin üzerinde, ulaşılması belki de en zor olan üç harflik bir
sıfatı hak edip edememeye dayanıyor: ‘İYİ’
olmak. İyi bir evlat, iyi bir eş, iyi bir baba olmak. İyi bir kardeş, arkadaş,
dost, yurttaş olmak. Yaptığımız iş her ne olursa olsun ciddiye almak, saygı
duymak ve iyi yapmak.
Yukarıda
biraz da naifçe özetlemeye çalıştığım sürecin bütün aşamalarını geride bırakmış
olan bendeniz de bu maddi ve manevi muhasebe çağına ulaşmış olmanın hem huzur
ve mutluluğunu, hem de açık söylemek gerekirse biraz da şaşkınlığını yaşıyor ve
(gittiğimde böyle bir şansım olup olmayacağının cevabı olmadığı için) şimdiden,
daha aklım ve nefesim yerindeyken benden sonrasını merak ediyorum. Geride
bıraktığım 61 yıl içinde yazının başında sözünü ettiğim biyolojik, toplumsal ve
sosyal sıfatların çoğunu üstlendim. Bazılarını layıkıyla becerebildim,
bazılarında kendimden hiç memnun olmadım ama hepsi yaşandı işte. Ve üstelik az
önce merak ettiğimi söylediğim, arkamdan sorulacak olan o nihai soruya verilen
cevabın ne olduğunu şimdiden bilmeme karşın, (çünkü biz merhumu hep iyi
biliriz) bunun gelenek gereği mi söylendiğini yoksa hak edilmiş bir sıfat mı
olduğunu sadece geride kalanlar bilecek. Bu yaşam sarmalı da hep böyle geldiii…
böyle gidecek.
İyi
olun ve iyi kalın sevgili dostlar. Çünkü büyük matematikçi ve ozan Hayyam’ın,
günümüzden neredeyse 1000 yıl önce; yaşamış, yaşıyor ve yaşayacak olan her
insanın öyküsünü özetlediği dizelerinde söylediği gibi;
“Ben olmayınca bu
güller, bu serviler yok.
Kızıl dudaklar, mis
kokulu şaraplar yok.
Sabahlar, akşamlar,
sevinçler, tasalar yok.
Ben var
oldukça var bu dünya, ben yok, o da yok.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder