Yaşam döngüsü garip bir sarmal. Yeryüzünde
yaşamın ne şekilde başladığı, hangi evrelerden geçtiği, hangi çağları geride
bıraktığı, ne iken neye doğru evrildiği gibi bilimsel, yaşamın anlamının ne olduğu konusunda çeşitli düşünce
akımlarının yüzyıllar boyu peşinden koştuğu felsefi, bunlarla kimi zaman dirsek temasında kimi zaman ayrı
kutuplarda yine çağlar boyu sürdürülen teolojik,
mistik, metafizik cevap arayışlarının karşısında; benim sınırlı bilgi, algı
ve birikimimin geldiği nokta son derece yüzeysel ve basit olabilir. Çünkü
toplumumuzun büyük bir bölüğü gibi bendeniz de ‘sıradan’ bir insanım.
Benim
merakım yaşam döngüsünün ‘sonrası’
ile alakalı.
Yanlış anlaşılmasın lütfen, ölümden sonraki varlık-yokluk,
cennet-cehennem gibi soyut, teolojik, bambaşka bir idrak alanına giren
kavramlara yönelik değil benim sorum. Ona insanlık tarihi boyunca çeşitli
dinlerin kutsal kitaplarının yanı sıra yüzlerce ozan, yazar, bilim insanı,
felsefeci, ulema kendi cevaplarını vermiş ve vermeye çalışmaktalar. Benim sorum
‘giden’ için değil, giden sonrası
süreç ile ‘kalan’ için. Doğumla ölüm
arasındaki akış içinde çalışıyoruz, didiniyoruz, seviyoruz, gülüyoruz,
ağlıyoruz, mutluluğu ve hüznü yaşıyoruz, evleniyoruz, çocuk sahibi oluyoruz,
onların yaşam çizgisini doğru bir düzlemde tutmaya gayret ediyoruz, okuyoruz,
yazıyoruz, eğitim görüp ‘bir şey’ oluyoruz, satın alıyoruz, tüketiyoruz, (bizim
sınıfımızın insanları olarak) şanslıysak bir ev sahibi oluyoruz, o evi bir yuvaya
dönüştürmek için emek veriyoruz, çaba sarfediyoruz, geziyoruz, görüyoruz,
öğreniyoruz, yaşadığımız yerleri bizim kılmaya, kendi imzamızı atmaya, kendi
kimliğimizi yansıtmaya gayret ediyoruz.
Kısacası, yaşam döngüsünün orta bölümü boyunca; ‘biriktiriyoruz’. Kullanılıp, işlevini
yitirdikten sonra hayatımızdan çürüğe çıkan ve her an yenilenebilecek; mobilya,
beyaz eşya, kıyafet, masa-sandalye gibi gündelik şeyler değil tabii
kastettiğim. Kitapları, filmleri, plakları, tabloları, bizim için özel anlamı olan
nesneleri, fotoğrafları, anları, anıları, yaşanmışlıkları biriktiriyoruz. Bütün
bunlar sadece kendimize ve uzun yıllar boyu bir arada yaşama şansı ve
mutluluğuna sahip isek yoldaşımıza, ‘biz’
dediğimiz o iki kişiye anlam ifade eden, değeri hiçbir maddi ölçüye sığmayan
şeyler.
Okuduktan sonra üzerinde tartışılan bir kitabı,
izleyip konuştuğumuz bir filmi, dinledikten sonra kaldırılan bir plağı, duvardaki
tabloda arada sırada daha önce görmediğimiz bir ayrıntıyı keşfetmenin
heyecanını paylaşmayı, bilmem hangi yolculuğumuzda, ülkenin ya da dünyanın
bilmem hangi köşesinde, arka zeminde yer alan, kozmosun o anında ve o mekanda
yollarımızın kesiştiği ve bir daha hayatımız boyunca görmeyeceğimiz kişi ya da
görüntüleri bile hatırlayıp güldüğümüz bir fotoğraf karesini biriktiriyoruz. Yaşam
döngüsünün orta bölümü böyle sürüp giderken Yahya Kemal’in o olağanüstü
dizelerinde dile getirdiği ‘demir almak günü geliyor zamandan’ ve biri gidiyor.
‘Biz’, ‘ben’ kalıyor. Ve
kalan, aynı zamanda en zor soruyla karşı karşıya kalıyor. Peki ya sonra?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder