23 Haziran 2012 Cumartesi

NE DERSİNİZ…


Geline ‘kalk oyna’ demişler, ‘yerim dar’ demiş, yer açmışlar, bu kez ‘yenim dar’ demiş. Kültürümüzden süzülüp gelen bu küçük deyiş, ilk başvurumuzu yaptığımız 1959 yılından bu yana (Gümrük Birliği, Avrupa Ekonomik Topluluğu süreçlerini geride bırakarak bugünkü yapısına kavuşan) Avrupa Birliği ile olan maceramızın da sanki iki satırlık bir özeti gibi. Çeşitli dönemlerde, çeşitli hükümetlerimiz tarafından yinelenen başvurularımız hep bir yokuşa sürülmeyle karşılandı. Verilmeyen taviz kalmadı. Deyim yerindeyse ne istedilerse yaptık; en azından yapar göründük. Çünkü çoğu zaman; sosyal haklar, demokrasi, tutukluluk süreleri, insan hakları, etnik kimlik, eğitim, çalışma güvenliği, sağlık, sosyal güvence ve benzeri konularda ‘kol kırıldı, yen içinde kaldı’.
Kimi zaman Kıbrıs sorunu çıkarıldı karşımıza, kimi zaman ‘kokoreç’in yasaklanması istendi. Günlük konuşma dilimize bir Avrupa Birliği Standartları kavramı girdi ki sormayın. Bilenimiz, bilmeyenimiz; herhangi bir gündelik olayda oturup kalkıp Avrupa Birliği Standartları’ndan söz eder olduk. Türkiye’nin dünyadaki konumunu belirleyen onca uluslararası olay, alınan ya da alınamayan kararlar söz konusu iken, örneğin; gıdalarımızın Avrupa Birliği Standartları’nda üretilmediğinin ya da kapalı ambalajlarda satılmadığının konu edildiği sokak, kahve ya da ev sohbetlerinde ‘elbette almazlar bizi abi’, ya da ‘bizi alıp da başlarına dert mi alacaklar’ gibi veciz sözler eder ya da duyar olduk.
Yanlış anlaşılmasın; bu ve benzeri uygulamalar elbette insan sağlığı açısından yararlı gelişmeler ve ilkesel olarak asla karşı değilim ama bu noktada Ayvalık’ta doğup büyümüş, hiç değilse benim kuşağımdan insanlara sormak isterim. Çocukluk ve ilk gençliğimizde, bugünün Avrupa Birliği’nin Standartları ile büyümedik, beslenmedik, yaşamadık da ne oldu? Bir şeyimiz mi eksik kaldı, standardımız mı düştü, zekamız mı gelişmedi, mutsuz mu olduk? Bizim yaşımızdaki insanların eskiye özlem duygusu yalnızca kaçınılmaz bir ‘nostalji’ midir? Yoksa ülke olarak bir yerlere doğru giderken geride bıraktığımız değerleri yitirme üzüntüsü müdür?
Belirli bir yaşı geride bırakan sevgili Ayvalıklı dostlarım, hemşerilerim. Söyler misiniz, ‘açıkta satılan’; Ahmet amcanın  dondurmasının, Ali İhsan ağabeyin turşusunun tadı hala damağınızda değil mi? Okul önünde satılan, adını ne yazık ki hatırlayamadığım amcanın, usta bir jonglörün el hareketleriyle elindeki çubuğa sararak size uzattığı (ve şimdi turistik kimliğe bürünerek lüks otellerin çeşnisine katılmış) o renk, koku ve tat yumağı macunu hatırlamayanınız var mı? Peki ya o (ne yazık ki otellerde bile kendine yer bulamayıp hayattan silinen ve tadı sadece anılarda var olmaya devam eden) benzersiz şam işi?… Genç dişlerimizin bile koparmakta zorlandığı (şimdi Amerikan yapımı ‘ambalajlı’ benzerine dünyanın parasını -dolayısıyla dövizini- ödediğimiz) ballı fındık ve fıstık helvaları? Pamuk helva, kağıt helva, elma şekeri, horoz şekeri? Dalından koparılıp okul önüne getirilen, yumruk kadar ekmek ayvaları? Hiç bir şey bulamadığımız ya da -çoğu zaman olduğu gibi- alacak paramızın olmadığı zamanlar orta okulun önündeki salkım söğütlerin çiçeklerini avucumuzda şöyle bir sıvazlayarak ağzımıza atışımızdaki lezzeti hatırlıyor musunuz? Ya senenin 365 günü sahil boyunca kurulu ‘açık büfe’de kendi emeğimizle topladığımız midye ve karadiken ziyafetlerini?
Ne dersiniz, daha mutlu değil miydik?

1 yorum:

  1. harika.. O lezzetleri damakta hissettirmek ......tesekkurler eder...

    YanıtlaSil