Geline
‘kalk oyna’ demişler, ‘yerim dar’ demiş, yer açmışlar, bu kez ‘yenim dar’ demiş. Kültürümüzden süzülüp
gelen bu küçük deyiş, ilk başvurumuzu yaptığımız 1959 yılından bu yana (Gümrük
Birliği, Avrupa Ekonomik Topluluğu süreçlerini geride bırakarak bugünkü
yapısına kavuşan) Avrupa Birliği ile olan maceramızın da sanki iki satırlık bir
özeti gibi. Çeşitli dönemlerde, çeşitli hükümetlerimiz tarafından yinelenen
başvurularımız hep bir yokuşa sürülmeyle karşılandı. Verilmeyen taviz kalmadı.
Deyim yerindeyse ne istedilerse yaptık; en azından yapar göründük. Çünkü çoğu
zaman; sosyal haklar, demokrasi, tutukluluk süreleri, insan hakları, etnik
kimlik, eğitim, çalışma güvenliği, sağlık, sosyal güvence ve benzeri konularda ‘kol kırıldı, yen içinde kaldı’.
Kimi
zaman Kıbrıs sorunu çıkarıldı karşımıza, kimi zaman ‘kokoreç’in yasaklanması
istendi. Günlük konuşma dilimize bir Avrupa
Birliği Standartları kavramı girdi ki sormayın. Bilenimiz, bilmeyenimiz;
herhangi bir gündelik olayda oturup kalkıp Avrupa Birliği Standartları’ndan söz
eder olduk. Türkiye’nin dünyadaki konumunu belirleyen onca uluslararası olay,
alınan ya da alınamayan kararlar söz konusu iken, örneğin; gıdalarımızın Avrupa
Birliği Standartları’nda üretilmediğinin ya da kapalı ambalajlarda
satılmadığının konu edildiği sokak, kahve ya da ev sohbetlerinde ‘elbette almazlar bizi abi’, ya da ‘bizi alıp da başlarına dert mi alacaklar’
gibi veciz sözler eder ya da duyar olduk.
Yanlış
anlaşılmasın; bu ve benzeri uygulamalar elbette insan sağlığı açısından yararlı
gelişmeler ve ilkesel olarak asla karşı değilim ama bu noktada Ayvalık’ta doğup
büyümüş, hiç değilse benim kuşağımdan insanlara sormak isterim. Çocukluk ve ilk
gençliğimizde, bugünün Avrupa Birliği’nin Standartları ile büyümedik,
beslenmedik, yaşamadık da ne oldu? Bir şeyimiz mi eksik kaldı, standardımız mı
düştü, zekamız mı gelişmedi, mutsuz mu olduk? Bizim yaşımızdaki insanların
eskiye özlem duygusu yalnızca kaçınılmaz bir ‘nostalji’ midir? Yoksa ülke
olarak bir yerlere doğru giderken geride bıraktığımız değerleri yitirme
üzüntüsü müdür?
Belirli
bir yaşı geride bırakan sevgili Ayvalıklı dostlarım, hemşerilerim. Söyler
misiniz, ‘açıkta satılan’; Ahmet
amcanın dondurmasının, Ali İhsan ağabeyin turşusunun tadı hala
damağınızda değil mi? Okul önünde satılan, adını ne yazık ki hatırlayamadığım
amcanın, usta bir jonglörün el hareketleriyle elindeki çubuğa sararak size
uzattığı (ve şimdi turistik kimliğe bürünerek lüks otellerin çeşnisine
katılmış) o renk, koku ve tat yumağı macunu
hatırlamayanınız var mı? Peki ya o (ne yazık ki otellerde bile kendine yer
bulamayıp hayattan silinen ve tadı sadece anılarda var olmaya devam eden) benzersiz
şam işi?… Genç dişlerimizin bile
koparmakta zorlandığı (şimdi Amerikan yapımı ‘ambalajlı’ benzerine dünyanın
parasını -dolayısıyla dövizini- ödediğimiz) ballı fındık ve fıstık helvaları? Pamuk helva, kağıt helva, elma şekeri, horoz şekeri? Dalından
koparılıp okul önüne getirilen, yumruk kadar ekmek ayvaları? Hiç bir şey bulamadığımız ya da -çoğu zaman olduğu
gibi- alacak paramızın olmadığı zamanlar orta okulun önündeki salkım söğütlerin çiçeklerini avucumuzda şöyle bir sıvazlayarak ağzımıza atışımızdaki
lezzeti hatırlıyor musunuz? Ya senenin 365 günü sahil boyunca kurulu ‘açık
büfe’de kendi emeğimizle topladığımız midye
ve karadiken ziyafetlerini?
Ne dersiniz, daha mutlu değil miydik?
harika.. O lezzetleri damakta hissettirmek ......tesekkurler eder...
YanıtlaSil