14 Temmuz 2012 Cumartesi

ÇOK ŞÜKÜR YAŞIYORUZ…


Emeklilik günlerimde; sosyal dokusuyla, insanıyla, hala var olan komşuluk ilişkileriyle, bizim Ayvalık halini andıran çarşısı ve iki gün görünmediğiniz tardirde merak eden ve ‘ağabey, hayırdır, bir yaramazlık yok inşallah’ kaygılarını dile getiren esnafıyla, başımı pencereden çıkardığımda eski bir dost gibi gülümseyen denizi, sokağımızda çığlık çığlığa kanat çırpan martılarıyla, bunca yıl sonunda artık her birini ayrı ayrı tanıdığım kedileri, köpekleri ve her mevsim aramıza katılan, ortak sevgimiz ve bakımımızla büyüyen yavrularıyla benim için ikinci bir Ayvalık olmuş olan Moda’da; eşimle çıktığımız o sakin, barışık yürüyüşlerimizden birinde, bu uzun cümlede çizmeye çalıştığım huzuru hüzüne çeviren, bizi derinden yaralayan bir şeye tanık olduk. Belki çok gündelik, çok olağan bir kareydi gördüğümüz ama nedense geçmişimizi sorgulamanın yanı sıra geleceğimiz için nedeni belirsiz bir şekilde üzülmemize de sebep oldu.

Sokak aralarında dolaşan ve hayatını uygarlığın artıklarını toplayarak kazanan eskicilerden birinin iterek götürdüğü tezgahının üzerinde; birçoğumuzun evinin oturma ya da misafir odalarında, diğerlerinden biraz da yukarıya asılan yaldız çerçeveli bir fotoğraf. Bir sandalyede oturan şık, bakımlı, zarif bir hanımefendi ve arkasında, ayakta duran, bir eli önündeki bayanın omuzunda, iki dirhem bir çekirdek şıklıkta bir beyefendi. Belli ki ‘bir aile’nin onların zürriyetinden geldiği, bir zamanlar yine o ailenin duvarında, kendilerinden sonraki nesillerin gelip geçişini izlemiş büyükleri. Ve şimdi, kimbilir o aileden geriye kalan kim ya da kimler tarafından artık kapatılmış bir sayfa, sadece duvarlara değil, kendi yüreklerine de bir yük. Tezgahını iten adamın mesleğini özetlediği iki kelimelik ‘eskiler alıyorum’ cümlesindeki ‘eski’ olmuşlar. Arkalarında kimbilir nasıl bir hayatı, ne kavgaları, ne sevinçleri, ne hüzünleri, ne mücadeleleri bırakmış, çarşıdaki dükkanlardan birinde, yine kendileri gibi eski fotoğraflar, kullanılmayan bilgisayar parçaları, çizik 45’lik plaklar, yıpranmış kitaplar, bir zamanlar başka hanım ve beyefendilere çay servisi yapılmış ama ya kulpu kopmuş, ya tabağı kırılmış porselen fincan artıklarından oluşan bir yığına katılmak üzere bir eskici tezgahında, yaşadıkları ve tanık oldukları gerçek bir geçmişi bırakıp artık olmayan bir geleceği beklemek üzere yola çıkmışlar.

Üzüldük. Ve benzer her durumda olduğu gibi kendimize döndük. Daha önceleri bir yazımda da dile getirdiğim gibi; yaşam döngüsü en basite indirgenmiş haliyle iki sözcükte özetlenebilir: Doğuyoruz ve ölüyoruz. Arada da her birimiz; kendi ailemiz, çevremiz, yetiştirilme anlayışımız, eğitim ve öğrenimimiz, içine doğduğumuz maddi koşullar, yeteneklerimiz, işimiz, iş dışındaki istek ve meraklarımız, ‘kendimizi gerçekleştirme’ adına yaptıklarımız, yapamadıklarımız, tutkularımız, kederlerimiz, sevinçlerimiz ve daha sayısız parametre ile tariflenen ve adına ‘ömür’ denilen bir süreç yaşıyoruz. Kimimiz insanlığa bir iz bırakıyoruz arkamızda, kimimizin izi sadece yakınlarımızın, sevdiklerimizin, bizi tanımış birkaç kişinin anı duvarında bir süre asılı kalıyor. Sonra onlar da gidiyor ve Nazım Hikmet’in ‘Masalların Masalı’ şiirinde dile getirdiği gibi ‘kayboluyor suda suretimiz’. Bir gün hepimizin paylaşması mukadder sonuç olan ‘artık var olmamak’ kaçınılmaz. Ama o eskici tezgahında gördüğümüz fotoğrafın bizde uyandırdığı duygunun nedeni; gelecekte bir gün hiç var olmamış olmak’ düşüncesinin hüznü. Ve Ayvalık’ta olsun, Moda’da olsun, bizim gibi olağan, sıradan, mütevazı ömürler sürmüş insanların tek sığınağı, tek tesellisi galiba yine Nazım ustanın o şiirinin son dizesi: “Çok şükür yaşıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder