‘Bilgi Çağı’nda yaşıyoruz. Haberleşme, gözlem,
takip uyduları, televizyon, artık kimliğimizin bir parçası haline gelen cep
telefonları, internet denilen sonsuz kollu ahtapot ve bütün bunların birbirine
geçmiş sarmalı aracılığıyla; bırakın işin uzmanlarını ya da elinde güç olan resmi
kanalları, bizim gibi sıradan insanların bile ansiklopedik olsun, güncel olsun
Türkiye’nin ve dünyanın herhangi bir köşesinde, herhangi bir dönemde, herhangi bir
olay ya da kişiye dair bilgiye, birkaç saniye içinde ulaşma olanağımız var.
Dünya küçüldü, küçüldü evimizdeki, işyerimizdeki bilmem kaç inçlik ekranlara
sığar oldu. Öylesine yoğun bir bilgi akışı bombardımanı altındayız ki, insanı
tüm canlılardan farklı kılan ‘merak,
kuşku, araştırmacılık’ gibi özelliklerimizi yitirmeye, bize sunulanı ‘sorgulamamaya’ başladık. Çünkü her şey
elimizin altında. Ama kaynak ne kadar sınırsız görünse de ancak bize söylendiği
kadarını biliyor, gösterildiği kadarını görüyoruz. Ve biz sıradan insanlara bu
akışı sağlayan merkezlerin kimler olduğunu, hangi amaçlara hizmet ettiğini asla
bilemiyoruz, bilemeyeceğiz. Hayatın her alanında olduğu gibi, bilgiye erişimde
de ne kadar ileriye giderse aslında bir bakıma o kadar da geriye düşüyor gibi
hissediyor insan kendini. Sanki bilgiler de hormonlu gibi artık.
Örneğin, çocukluğumda kendi bahçemizdeki şeftali ağacından kopardığım
zar gibi kabuklu, mis gibi kokulu şeftaliyi nasıl yitirdiysem bazıları hala
aynı isimleri koruyan, çocukluğumun, ilk gençliğimin hatta orta yaşlarımın
belki de tek bilgi kaynağı olan gazetelerini de geri dönülmez bir şekilde
yitirdim. Çok farklı gazeteler vardı o dönemlerde. Ve elbette -doğal, olması
gerektiği gibi- farklı dünya görüşlerine hizmet eden kadroları, yazarları
vardı. Ama bizim, eski deyişle ‘muhakeme’
yeteneğimizi geliştiren de zaten bu farklılıklardı. Her birinden, kendi
değerlerimize ve değerlendirmelerimize göre doğru olduklarına inandığımız
görüşleri, bilgileri edinme olanağımız vardı. Sonrasında bunları harmanlama,
kendi süzgecimizden geçirme, benimseme ya da reddetme becerisi bize kalıyordu
ve böyle böyle bugün her ne isek o olmaya doğru yürüyorduk.
Ben örneğin Milliyet’te Refi Cevat Ulunay’ı da, Akşam’da Çetin Altan’ı
da okuyabilme zenginliğine sahiptim. Nadir Nadi ile (şimdiki nesillerin ismini
bir spor salonundan bildiği, ama sadece bildiği, tanıdığı değil) Burhan Felek
bende çok farklı, yansımaları belki zaman zaman bu satırlarda bile
görülebilecek izler bıraktılar. Evet o dönemlerde bilgi belki teknik olanaklar
nedeniyle biraz geç ve bazen sınırlı ulaşıyordu bize ama doğruydu, farklılıklar
taşıyordu ve kaynağı belliydi. Bunları, benim yaşımdaki insanların sıklıkla
düştüğü bir tuzak olan eskiye özlem ya da moda deyişle nostalji olarak
niteleyebilirsiniz. Belki haklısınızdır da. Ama kendisine nasihat vermeye
çalışan babasına kızan ve ‘sen beni
anlayamazsın’ diyen oğluna o babanın verdiği; “Sen yaşlılığın nasıl bir şey olduğunu henüz bilmiyorsun ama ben
gençliğin nasıl olduğunu biliyorum.” cevabında olduğu gibi sevgili dostlar,
biz bunları yaşadık.
Ve şimdi; isimlerinden
başka hiçbir farkı olmadığını gördüğüm onlarca gazetenin manşetlerinde; “Türkiye 2011 büyüme oranında Çin’den sonra
dünya ikincisi oldu.”, “İhracatımız geçen yılın aynı dönemini ikiye katladı.”, “Dünyanın
en büyük 16. ekonomisiyiz.” gibi haberleri okudukça ve “aslanız biz, kaplanız biz, en büyük biziz, Türkiye bilmem kimle gurur
duyuyor” çığlıklarını duydukça dönüp başka bir veri, başka bir kaynak,
başka bir doğrulama ölçütü arıyor, bulamayınca da ‘hangi bilgi çağı’ diye sormadan edemiyorum kendime.
Aslında bilgiyi sorgulayacak bilgi de aynı ekranda var ama onu araştırmaya ve konu üzerinde düşünmeye başladığın zaman diğer bilgileri kaçırıyorsun ya da kaçıracağım endişesine kapılıyorsun.
YanıtlaSil