Lütfedip geçen hafta bu köşede çıkan yazımı okumuş olanlar; birey
olsun, toplum olsun programlı
yaşama gibi bir alışkanlığımızın olmadığına dair kişisel görüşlerimi
aktardığımı hatırlayacaklardır. Özellikle son yıllarda giderek artan, deyim
yerindeyse, bu ‘başıbozukluk’ yönetilenlerin
yani biz sıradan insanların yaşamlarını derinden etkilemeye başladı. İşin
tuhafı; ya her şeye rağmen yapılanların farkında değiliz ya da (daha da kötüsü)
farkındayız ama yine her şeye rağmen aldırmıyoruz. Yüzlerce yıllık Anadolu ve
yüzyıla yaklaşan Cumhuriyet geleneklerimizi birer birer yitirmeye başladık. Hayatlarımızı
kısa, orta ya da uzun vadede ve birçoğu olumsuz yönde etkileyecek uygulamalar
sanki bizim değil, başka bir toplumun sorunuymuşçasına uzaktan izliyoruz.
Bir sabah uyanıyoruz; elektriğe %8, doğalgaza %19 zam yapılmış. “Yahu bu yıl benzine, mazota, doğalgaza,
elektriğe ve bunlara doğrudan bağlı yüzlerce kaleme zaten 4-5 kere zam
yapılmamış mıydı? Bunun bütçe yılı başında planlamasının yapılması, ona göre de
çalışan ve emekli kesimin gelirlerinin dengelenmesi gerekmez miydi?” diye
soranımız yok. Olsa bile dinleyen yok. Cari açığı kapatmak için tek çare zam,
vur beline kazmayı. Ben birey olarak gelir-gider dengemi, hayatımın
programlamasını kendime göre yapıyorum, -en babadan kalma deyimle- ayağımı
yorganıma göre uzatıyorum, cari açıktan ben sorumlu değilim ki, bu
programlamayı öngöremeyenler sorumlu.
Hayatın hemen her alanında yaşadığımız bir gerçek bu. Köprüler yıkılıyor,
canlar gidiyor bedenlerine bile ulaşamıyoruz. iki yıl önceki Ayamama deresi
felaketini unuttuk bile, aynı bölge yine yapılaşmaya açıldı. Son on yılda
çeşitli sektörlerdeki (madencilik, gemi yapımcılığı, inşaat,… ) iş kazalarında on
binin üzerinde işçi ölüyor. Karayolunun ‘kırılması’
gibi, mimari literatüre geçecek bir garabet herhalde bir tek bizim ülkemizde
yaşanıyor ve yine canlar gidiyor. Eğitimde; üstelik yine aynı yönetim
anlayışının daha iki yıl önce yaptığı uygulamaları kendilerinin beğenmeyip,
değiştirdiği; düzeltimesi, geriye dönüşü yıllar alacak kararlar alınıyor. “Peki ya uygulama?” diye sorulduğunda ‘Seneye mutlaka yetiştiririz.’ şeklinde,
bir programa değil sadece niyete dayalı, tam bize yakışır bir cevap alıyoruz. Büyük
devlet olmanın şanından olsa gerek, yangın yerine dönmesinde bizim de
katkımızın olduğu coğrafyamızda bize sığınan binlerce kişiyi uluslararası
dengelerin ‘yarın’ını düşünmeksizin alıp bakıyor, koruyor, besliyoruz. Haydi
hepsini bir kenara bırakın, her türlü siyasi görüş, sosyal statü, sınıf farkı
gibi kavramların üzerine çıkıp, toplumumuzun tama yakın bir çoğunluğunun
birleştiği tek konu olan ‘futbol’u
bile programlayamıyoruz. Çünkü sezon başında bu alandaki büyüklerimiz önünü, arkasını,
dünyadaki
-olmayan-
benzer uygulamaları hiç incelemeden, araştırmadan, “Bu yıl ligler şöyle oynanacak.” diye buyurdular ve sonuçlarını
görüyoruz: Kavga, dövüş, şike suçlamaları, ırkçılık iddiaları, sahaya atılan
maddeler, küfürler vs.
İlk bakışta komik gibi gelebilecek ama sizlerin de en azından yazarken
benim olduğu kadar ciddiyetle okiuyacağınıza inandığım haliyle; ‘Havalar’ bile kontrolden çıktı.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da; gitmediğimiz, görmediğimiz coğrafyalarda
olduğunu, filmlerden bildiğimiz iki hava olayı yaşadık. Hava günlük güneşlikken
iki hortum beş dakikada İstanbul’un
altını üstüne getirdi, can ve mal kaybına neden oldu. Gençliğimizde ‘hava kurşun gibi ağır’ken, hiç değilse ‘bağır bağır bağırır’dık şimdi memlekette
‘tıs’ yok.
İşin ‘yüzyıl’ kısmını bilemeyeceğim ama “Muhteşem Yıllar’ yaşıyoruz vesselam.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder