24 Mart 2012 Cumartesi

BABA EVİ…


Türk dilinde; geleneklerimizin arasında yer alan, çok değerli, çok güzel, anlamının derinliğine ancak çok ileri yaşlarda varılabilen kavramların ifadesini bulduğu zenginlikler vardır. Bunlardan biri de ‘baba evi’dir. Burada kastedilen hem, taşı, tuğlası, kapısı-penceresiyle o ‘yapı’dır. Hem de ve esas olarak orta okulda okuduğumuz Yurttaşlık Bilgisi’nde; tam sözcükleri bunlar olmasa da, anlam olarak, ‘baba, anne ve çocuklardan oluşan, toplumun en küçük çekirdek birimi’ diye tanımlanan ‘aile ocağı’dır, ‘yuva’dır.
Hepimiz, ömrümüzün, kendi ayaklarımızın üzerinde durabileceğimiz günlerine ulaşana kadar bu baba evinde yaşar, korunur, eğitilir, beslenir, kısacası ‘büyürüz’. Gün gelir ‘baba evi’nde edindiğimiz bütün duygu, bilgi, şefkat, beceri, eğitim birikimini, simgesel bavullarımıza doldurup, kendimizin o figürü üstleneceğimiz, ufukta bizi bekleyen bir başka baba evine doğru yola çıkarız. Kaçınılmaz bir döngüdür bu. Baba ve anne, kendi çekirdeklerini oluşturmuşlardır, o çekirdekten yeni meyvelere dönüşecek çiçekler açmıştır ve rüzgar ve yağmur ve hayat o çicekleri koparmış, başka bir toprakta kök salmak üzere uzaklara uçurmuştur. Biz kendi mücedelemizin içinde sürüklenirken arada bir durup geriye bakarız, adını kendisinden aldığı ‘baba’ yoktur belki artık ama o ‘ev’ hala orada ve yüreğimizin bir köşesinde durmaktadır ve hep duracaktır. Ve bir geri dönüşler zinciri halinde hatırlarız.
Çocukluğumuzu, ilk gençliğimizi, kardeşlerimizi, o çatı altında yaşadıklarımızı. Üniversite öğrenimi için ilk ayrılışımızda kendimizi kuşlar gibi özgür hissetme yanılgısının yanı sıra gizli bir bağın bizi hep oraya doğru çekişini.
Yarıyıl tatiline geldiğimizde yaşadığımız o tadına doyulmaz tembellik duygusunu. Sabah, dışarıda hava soğuk, yağmur yağarken üzerimizi, bizi sadece soğuktan değil, sanki gelebilecek her türlü tehlikeden de koruyan kalın yün yorganın altında kıvrılmış, bilmem kaçıncı uykumuzdayken, sabahın saat altısında o ‘baba’nın kalkıp yakmış olduğu sobanın çıtırtılı sıcaklığına uyanmanın şımarıklığını. Mangalın üzerinde kızaran ekmeğin kokusu, sobanın üzerinde demlenen çayın fısıltısı bizi çağırırken, bütün bunların bizim için bir gençlik hakkı, onlar içinse bir görev olmadığının ayrımına varabilmemiz için daha aradan yıllar geçmesi gerekecektir.
Gençliğimiz boyunca belki de en sinir olduğumuz şeylerden biri; olaylar karşısında gösterdikleri tepkileri anlamadığımızda hatta gençliğe özgü bir pervasızlıkla küçümser bir tavır içine girdiğimizde aile büyüklerimizin verdiği cevaptır: “Baba olunca anlarsın!” Hepimiz ömrümüzün çeşitli kesitlerinde; kendimizi haklı gördüğümüz durumlarda istediğimiz sonucu alamadığımız zaman kendi büyüklerimizden bu cevabı duymuş ve dudak bükmüşüzdür. Nöbeti devraldığımızda görürüz ki; büyüklerimiz, bizim o sırada haberimizin bile olmadığı bin türlü gaile ile uğraşır, evi ayakta tutmaya çalışır ve hayata karşı mücadele verirken, o durumlarda verilecek tek doğru cevap buymuş ve umursamazlıktan değil, umarsızlıktan kaynaklanırmış. Bir gün kendimizi benzer durumlarda kendi çocuklarımıza “Baba olunca anlarsın!” derken bulur, artık olmayan babamızdan gecikmiş bir özür dileyememenin hüznünü yaşarız.   

1 yorum:

  1. Bu yazıyı her okuyuşumda ağlıyorum. Bu kadar mı güzel yazılabilir babalar.

    YanıtlaSil