İnsan; yaşamının çeşitli evrelerinde olaylara, insanlara, ilişkilere, yaşananlara, onların bıraktığı izlere, anlara ve anılara, kısacası hayata farklı pencerelerden bakmayı öğreniyor. Temel karakter özellikleri aynı kalsa da değerler ve değerlendirmeler değişebiliyor. Tabii bunu söylerken; arkasında hangi çıkar ilişkilerinin yattığı sadece kişinin kendisi tarafından bilinen, dün kara dediğine bugün ‘Ak’ diyecek ve özellikle son yıllarda birçok örneğini ve hatta Ayvalık’taki yakın çevremizde bile hayretle gördüğümüz ‘U’ dönüşü yapanlardan söz etmiyorum. Daha insani, daha yaşa bağlı değişimlerden söz ediyorum. Bağışlayıcı olmak, kin tutmamak, ‘kötü’yü unutur gibi yapıp ‘iyi’yi hatırlamak, kendimizi ve hayatımıza girmiş insanları günah ve sevaplarımızla kabul edebilmek gibi.
Bana -eğer varsa- bu köşede çıkan yazıları düzenli takip etme onurunu layık gören okurlar; bir zamanların, çocukluğumun ve delikanlılığımın Ayvalık’ına, ve Ayvalıklılar’ına dair yazdığım yazılarda hep iyilik, sevgiyle anma, yitirdiklerimizin anılarını yüceltme anlayışını benimsediğimi bilirler. Ve doğal olarak; ‘iyi de o dönemlerde her şey güllük gülistanlık mıydı, hiç mi kötü insan, kötü olay yoktu’ diye sorgulama hakkına da sahiptirler. Olmaz olur mu, elbette vardı. Elbette acılar da, ihanetler de, yanlışlıklar da yaşandı. Hayat; geçmişin, anın ve geleceğin hiç bir döneminde güneşli günlerden ibaret değildi, olmayacak da. Ama; başta da söylediğim gibi, ben hemşehriniz, yazı üslubu olarak, belki de artık 60’lı yaşların getirdiği bir erginlikle bunları değil, güzellikleri paylaşmayı tercih ettim, ediyorum sizlerle. Çünkü zaten yeterince çirkinlik var etrafımızda. Geçmişe aynanın ‘sırlı’ tarafından değil, aydınlık tarafından baktığımda gördüğüm güzelliklerden biri de sınıf ve okul gezilerimizdir. Bugün bütün yerleşim ve alışveriş merkezleriyle neredeyse başlı başına bir kasaba boyutuna ulaşmış olan Armutçuk, o dönemlerde, yani 40-45 yıl önce, çam ağaçlarıyla, çayırlarıyla, küçük dereleriyle olağanüstü doğal ve güzel, el değmemiş bir piknik alanıydı. Bahar başında; mutlaka iki-üç öğretmenimizin de katılımıyla sınıf olarak Armutçuk’a pikniğe giderdik.
Bir gece önceden sevgili annelerimiz, hiçbir şeye yüksünmedikleri gibi piknik hazırlıklarımızı da sanki kendileri gideceklermiş heyecanıyla yaparlardı. Artık evlerimizde ne varsa. Börekler açılır, yumurtalar kaynatılır, kekler yapılır, zeytinyağlı biber dolması hazırlanır, domates, salatalık, peynir, ekmek, şimdilerde hayatımıza giren binlerce içecek çeşidinin aksine tek içeceğimiz olan ama tadını hala anımsadığım o güzelim Ayvalık gazozları alınır ve piknik alanında orta sınıfın mutlu çocukları olarak battaniyelerin üzerine serdiğimiz Halil İbrahim Soframız’da, ilişkilerimizin hala devam ettiği köklü bir ortaklık duygusuyla neşe içinde yer içer, saklambaç, ip atlamaca, sadece ortaya gerilen bir ipten ibaret sahamızda voleybol gibi naif oyunlar oynar, salıncak kurar, öğretmenlerimizin itirazlarına rağmen, arkalarını döndükleri anda ağaçlara tırmanırdık.
Akşam üzeri, saçlarımızda çam ve güneş kokusu, yüzümüzde değerini ancak çok ileri yaşlarda anlayabileceğimiz, hayattan çalınmış yorgun ama mutlu bir günün kızarıklığı, paylaşmanın adı konulmamış doyumu ile evlerimize dönerdik. Bir piknik! Alt tarafı; bir piknik! Hepsi bu! Ama o ülke bambaşka bir ülke, o çağ bambaşka bir çağdı. Ve biz; çocuktuk, masumduk, güzeldik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder