Zaman zaman yazılarımda adlarını andığım, bazıları hala Ayvalık’ta yaşayan, birçoğu, benim örneğimde de olduğu gibi, hayatın ve tercihlerinin kendilerini başka coğrafyalara taşıdığı ve ‘bizim kuşak’ diye sözünü ettiğim kişilerin ortak bir özelliği vardır. Hangi işi yapmış ve yapıyor olursak olalım, siyasi yelpazenin hangi kanadında, sosyal merdivenin hangi basamağında durursak duralım hepsinin, hepimizin belirli bir dünya görüşü, hayata karşı düzgün bir duruşu ve ortalamanın üzerinde bir bilgi ve düşünce birikimimiz vardır.
Çeşitli nedenlerden kaynaklanmaktadır bu ortaklık. Elbette en başta; sınıfsal farkların çok da derin olmadığı aile yapılarımız arasındaki benzerlik gelir. Yanlış anlaşılmasın; tarihin her döneminde ve her coğrafyada olduğu gibi sınıf farklılıkları elbette Ayvalık’ta da vardı, hala var ve hep olacak. Ama bunun nasıl hissedildiği ya da hissettirildiğiydi önemli olan. Sonuçta; zenginiyle, fakiriyle, esnaf, memur, köylü ya da tüccar çocukları aynı okullarda okur, aynı sularda yüzer, Pazar günleri Şehir ya da Kulüp sinemalarının sabah 10:00 seansında yan yana koltuklarda otururduk. Sadece Ayvalık’ta değil, Türkiye’de de ayrılıkların ya da farklılıkların henüz günümüzde olduğu kadar keskin ve çirkin yaşanmadığı, maddi, dinsel, siyasal, etnik, coğrafi ve bu gibi çeşitli gerekçelerle toplumun bölünmediği dönemlerdi. Dayanışma vardı, sevgi vardı, ilgi vardı. Kasaba kültürünün paylaşımcı ortamında büyümüş olmak en önemli ayrıcalıklarımızdan biriydi. İlerideki yıllarda; hayretle izlediğim, hangi kabuktan çıktığını unutan örneklerin aksine kasabalı olmayı, o değerleri mümkün olduğunca korumayı her zaman en büyük zenginliğim olarak gördüm ve çocuklarıma aktarmayı, benimsetmeyi her zaman görev bildim.
Bizim kuşağı sonrakilerden farklı kılan (yukarıda ya da aşağıda değil, sadece farklı) bir diğer nedenin de bugün; çağın vazgeçilmezi olan yazılı, görsel ve işitsel mecraların; örneğin televizyon ve internetin olmadığı bir dönemde yetişmiş olmaktır diye düşünüyorum. Bu; günümüz kuşaklarının anlamasının zor değil imkansız olduğu ‘yokluk’ beraberinde, değerini ancak sonraki yıllarda anladığımız bir üstünlüğü de beraberinde getiriyordu: Okumak! İlkokuldaki ‘Okuma Bayramı’ ile başlayan bu sevdamız; en azından benim ve tanıdığım birçok yaşdaşımın ömür boyunca sürdürdüğü bir alışkanlığa, hatta bazılarımızda bir adım öteye gidip, kendi çapımızda da olsa ‘yazma’ya dönüştü. Kısacası biz; ‘görür-işitir’ olan çağdaş nesillerin aksine, sözcüğün tam anlamıyla, ‘okur-yazar’ bir kuşak olduk.
Aile, kasaba ve dönemsel etkilerin yanı sıra hakkını yine ancak çok sonraları verebildiğimiz bir etken daha vardır bugün ne olduysak o olmamızın altında yatan. Öğretmenlerimiz. Elbette bir toplumun her kesiminde olduğu gibi öğretmenlerimizin arasında da; deneyimlisi-genci, yeterlisi-yetersizi, bileni-daha az bileni, iyisi-daha az iyi olanı, eğitime bakışının altında; anlayışın ya da cetvelin yattığı farklı farklı insanlar vardı. Ama şimdi geriye dönüp bakıyorum da; hepsi bizim gibiydi, bizdendi, kasabalıydı ve yazının başında sözünü ettiğim ‘ortaklık duygusu’nu oluşturan ve ayakta tutan temel unsurdu. Sadece okulda değil, dışarıda da hayatımızın bir parçası, yol göstericisi, ortağıydılar. Geçen hafta sözünü ettiğim pikniklerimizde de onlar vardı. Haftaya; 45 yıl sonra sizlerle birilkte çıkacağımız Bergama ya da Bandırma gezilerimizde de.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder