Durakta tramvay beklerken yanımda duran, formalarından anladığım kadarıyla lise öğrencisi iki gençten birinin, cep telefonuyla hararetle yaptığı ve sakıncasız bir şekilde yüksek sesle konuştuğu için konunun, kız arkadaşı ile buluşmak olduğunu duymak zorunda kaldığım konuşmasını bitirdikten sonra büyük bir rahatlamayla yanındaki arkadaşına şöyle dediğini duydum: “Abi, şu cep telefonu yokken ne yapıyorduk biz ya?” Çocukların en fazla 15-16 yaşlarında olduğunu ve cep telefonu denilen aygıtın Türkiye’deki yaygın kullanımının, olsun olsun 20 yıl geriye uzandığını düşünerek gülümsedim. Onların ‘eski’deni aslında daha dündü ama farkında değillerdi, çünkü onlar için dün, bugünden ibaretti. Peki biz? Gerçekten biz ne yapıyorduk ‘şu cep telefonu’ olmadan önce? Bizim kuşağımızın ‘eskiden’i neresinden baksanız bir 40-50 yıl öncesine kadar uzanıyor. Bırakın cep telefonunu, o günün teknolojisi ve deyişiyle ‘manyetolu’, yani sabit bir telefon sahibi olmak bile bir lükstü. Postahaneye evinize telefon bağlatmak için başvururdunuz ve unuturdunuz. Çünkü artık beklemekten başka yapacak hiç bir şey yoktu. Beklerdiniz, beklerdiniz ve yaklaşık 1,5-2 yıl kadar sonra haber gelirdi telefon sıranızın geldiğine dair. Bir anda sanki sınıf atlamış gibi olurdunuz, mahallede itibarınız artardı. Sonra; gurbette insanı, askerde oğlu, üniversitede çocuğu olan ailelerden oluşan gece komşu ziyaretleri artıverirdi. Gelirler, ilk iş olarak postahanedeki görevliye aranacak telefon numarası ‘yazdırılır’, sonra oturulur, çaylar kahveler içilir, sohbetler edilirdi. Herkesin kulağı; oturma odasının baş köşesinde, üzerinde tığ işi bir dantel örtülü, ortasında sıfırdan dokuza kadar numaraların yer aldığı çevirmeli bir kadranın olduğu o mucizevi siyah alette olurdu. Beklenen telefon geldiğinde öncelikle misafir baba, fırsat kalırsa da anne sırayla ve kendilerini duyurabilmek için bağıra çağıra konuşurlardı. Araya sayısız parazit ve başka hatlarda yapılan konuşmaların girdiği bir mücadele idi bu. Örneğin; mahallede, telefonu olan birkaç aileden biri olma ayrıcalığına sahip olan bizim evde, şehirler arası konuşma yapmaya çalışırken arka planda Edremitli birisinin ertesi günkü mal sevkiyatıyla ilgili konuşmalarını duyardık. Arada bir, bugün ankesörlü telefonlarda konuşma süresini uzatmak için ilave jeton atmaya benzer bir uygulama ile hattın açık kalmasını sağlamak için telefonun yanından çıkan kolu çevirmek yani ‘manyeto yapmak’ gerekirdi.
Bir de bütün konuşma süresince bir ‘aracınız’ olurdu. Kimliği, yaptığı işle tarifini bulan ‘postahanedeki kız’ idi bu aracı. Aslında; herkesin birbirini tanıdığı, yaptığı işi bildiği, toplam nüfusu 13 bin civarında olan kasabamızda o gece görevli olan ‘postahanedeki kız’ın kim olduğunu da bilirdik. O da bildiğimizi bilirdi. Bu tanıdıklık ve güven duygusu bir gece, Balikesir lisesinde yatılı okuyan ağabeyimle konuşmakta olan babamın ona bir konuda çıkıştığını duyunca, konuşmanın arasına girip ‘Zakir amca azarlamayın çocuğu bu kadar.’ diye müdahale etme hakkını bile kendinde görmesine yol açabiliyordu. Aslında her şeye rağmen galiba; kız arkadaşıyla randevusunu cep telefonunun nimetinden yararlanarak ayarlamış olan o delikanlıdan duygu olarak biraz daha şanslıydık. Buluşmalarımızı; defterin arasından düşüveren iki satırlık notlarla, arkadaşımızın arkadaşı olan ‘sırdaşlarımız’ aracılığıyla, karşıdakine hitaben yazılmış alabildiğine masum ve çocukça şiirlerle ayarlamaya çalışırdık.
Gençtik, sabırlıydık. Sevileni ne kadar uzun ve belirsizlik içinde ‘acaba gelmeyecek mi?’ kaygılarıyla beklersek kavuşmanın değeri o kadar artıyor gibiydi. Şimdi 60’lı yaşlardayız ve şu tramvay da bir türlü gelmedi gitti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder