Bugün bilmeyenlere anlatabilmek, yaşayıp da unutanların yüzlerine, hatırlamanın getirdiği bir gülücük kondurabilmek amacıyla çocukluğumun Ayvalık’ındaki en heyecan uyandıran olaylardan birinden; sözlük anlamına pek uymasa da bizim öyle çağırdığımız ‘Panayır’dan söz edeceğim size. Birkaç senede bir, bugün Migros’un bulunduğu alana gelip konardı sirkle luna park arası o büyülü dünya. Kasabamıza gelen, konan, gösteri yapan; tiyatro, müzik grubu, konser, eğlence, ilerideki yazılarda sizlere aktarmaya çalışacağım yağlı güreş ya da deve güreşi gibi bütün dışarlıklı ‘kumpanya’ ve organizasyonları duyurmak için yapıldığı gibi, kiralanan bir taksinin üzerine yerleştirilen hoparlörden birkaç gün boyunca, bizi bekleyen güzelliklerin ipuçlarının verildiği sesli anonslarla tanıtımı yapılırdı. Büyüklerimizden yalvara yakara kopardığımız giriş parasıyla küçük kasabamızı, sakin yaşamımızı geride bırakır ve kimbilir bizi ne hayallere sürükleyen bambaşka bir aleme adım atardık.
Neler yoktu ki içeride. Küçük bir çadırda, büyük, cam bir akvaryumda, sığ bir suyun içine serpiştirilmiş sözüm ona kayalardan oluşmuş aksesuarın üzerinde yatan, alt yarısı balık kuyruğu, üst yarısı uzun sarı saçları ile ustaca örtülmüş çıplak bir kadın, yani bilmem nerede yakalanmış ve her nasılsa yolu bu gösteri grubuna düşmüş ‘deniz kızı’. Uzun alevli çubukları ağzına sokarak söndüren ‘ateş yutan’ erkekler. Ustaca takla ve manevralarına hayran olduğumuz akrobatlar. Neredeyse üç metre yukarıdan bize bakan, rengarenk giysili, uzuuun, upuzun pantolonlarının örttüğü tahta bacaklar üzerinde yürüyen cambazlar. Tek saçmalı tüfeklerle balonları patlatıp, küçük akıllarımız, kocaman gönüllerimizle hem yaşıtımız kızları etkilemeye hem de bir peluş oyuncak kazanmaya çalıştığımız mini poligon. Bir tahta çekiçle yerdeki hedefe vurduğumuz ve gücümüzü zemine bağlı dev termometrenin içinde yükselen renkli sıvıyla denediğimiz oyuncak. Neşeyle doluştuğumuz dönme dolap kabinlerinde, döne döne gökyüzüne yükseldiğimiz ve kendisine o güne kadar hiç görmediğimiz ‘bir tepeden baktığımız aziz Ayvalık’. Önce sakin devinimlerle başlayıp sonra bir balerinin etekleri gibi açılarak ve hız kazanarak dönen uçan sandalyelerin zincirlerine, adının ‘adrenalin’ olduğunu henüz bilmediğimiz ürpertili coşkuyla sarılıp çığlıklar atışımız.
Ama ‘panayır’ın en gözde gösterisi; ‘Üç Kardeşler Ölüm Üstüvanesi’ idi. ‘Silindir’ anlamına geldiğini yıllar sonra öğreneceğim ‘üstüvane’, yarı çapı 3-4 metre olan, yuvarlak, içi boş, tahta bir kule idi. Merdivenlerle en yukarıda, silindirin içine bakan platforma tırmanır izlemeye başlardık. Alt tarafta bir kapı açılır ve motorsikletli bir adam çıkar o silindirin iç duvarları içinde dönmeye başlardı. Sonra bir ikincisi daha katılırdı ona ve zıt yönlerde, biri aşağıya doğru akarken diğer yukarıya doğru tırmanarak dönmeye devam ederlerdi. Ve bir üçüncüsü daha katılırdı aralarına. Aslında merkezkaç kuvvetin usta bir uygulaması ama bize göre inanılmaz bir ‘ölüm gösterisi’ olan bu tur, motorsikletlilerden birinin, göğsünden çıkardığı bir Türk bayrağını, üstelik yüzüne örterek dönmesiyle doruğa ulaşırdı. Panayır, başka kasabalardaki başka çocukları mutlu etmek üzere Ayvalık’tan ayrıldığında, arkasında bize aylarca, hatta bu yazıda dile getirilmeye çalışıldığı gibi, yıllar sonra bile konuşma konusu olacak sevinçler bırakırdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder