Çocukluğumdan belleğimde kalanlar sadece anlar, anılar, tatlar, kokular, sesler, fotoğraflar, kişiler, mekanlar değil elbette. Bir de ‘sözcükler’ var. Hayata dair hemen her konuda olduğu gibi Türkçe söz konusu olduğunda da eski ile yeninin arasında kalmış bir nesiliz biz. Son elli yılda; değişen çağ, dünya ve ihtiyaçlarla birlikte tariflenen yeni sözcükler, yeni söylemler girdi Türkçemiz’e.
Ve yine hayatın her alanında olduğu gibi kendimizi ifade etmede de nesiller arasında sıkıştık kaldık. Biz; düne kadar duygu ve düşüncelerimizi aktarırken kullandığımız ve bu toprakların kültür zenginliğinin bir mirası olan, yüzyıllar boyu dilimize girmiş, kök salmış, artık bizden olmuş Arapça, Farsça, İtalyanca, Fransızca, Yunanca, Rusça ve daha kimbilir hangi kökenli sözcükleri duyarak, kullanarak büyüdük. Garipsemezdik duyduklarımızı. Çünkü hayatımızın bir parçası idi her biri.
Orta okulda iken bir müdürümüz vardı örneğin; Salih bey. Aynı zamanda beden eğitimi öğretmeni idi. Öğrencilerine hitap ederken cümle aralarında; ilerideki yıllarda, aklımız biraz daha yerine geldiğinde Süleyman Demirel’den sıklıkla duymaya alışacağımız ‘Binaenaleyh’ diye söze başlardı. Bu nedir, ne demektir diye sorgulamazdı çocuk akıllarımız. Duyardık, anlardık, bilirdik. Salih beyin mesajı bize geçerdi. Çünkü bu bir bütünün parçası idi. Önceki cümle ile sonraki cümle arasında, kökenini bilmeksizin, düşünmeksizin anlardık ki ‘binaenaleyh’, ‘sonuç olarak, bundan dolayı’ anlamlarına geliyordu. Ziraat Bankası duvarına dayalı duran film afişlerinde ‘Denizci Sindbad-32 kısmı Tekmili Birden’ yazardı. Bunun ‘uzun bir film, tam kopya’ olduğunu bilirdik. Jules Verne’in ‘Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ ya da ‘80 Günde Devr-i Alem’ kitaplarının yeniden basımlarında giyindikleri ‘Denizler Altında Yirmi Bin Kulaç’
ya da ‘80 Günde Dünya Çevresinde Yolculuk’ isimleri doğrusunu isterseniz hiç aynı duyguyu vermedi bize. Çünkü Kulaç’ın yataylığı Fersah’ın derinliğini hissettiremiyordu. Aynı şekilde ‘Dünya Çevresinde Yolculuk’ da; bir macera, bir heyecan, bir imkansızı başarma girişimi değil sadece bir güzergah tarifi gibiydi Devr-i Alem ifadesinin yanında.
Gerçekleşemeyen düşlerimiz ya da ummadığımız kimselerden ummadığımız davranışları görme karşısında duygumuzu ifade ettiğimiz ‘Hayal Kırıklığı’ sözcüğü derinlik olarak bizi biraz ‘Sukut-u Hayal’e uğrattıysa da aldık, benimsedik ve benzer durumlardaki hayal kırıklığımızı ‘Sükut’umuzla örttük. ‘Sevecen’; yeni, benimsediğimiz, cıvıl cıvıl, duygusunu sesinde barındıran bir sözcük olarak çıktı karşımıza ve onu da sevgiyle kucakladık ama galiba Müşfik’in; şefkatli, saran, bağışlayan, okşayan kollarından biraz uzağa düştük.
Okul hayatımız boyunca bizim için Ata’nın gösterdiği istikamet doğrultusunda ‘Hayatta En Hakiki Mürşit İlim’di. Sonraları ‘Gerçek Yol Göstericimiz Bilimdir’e evrildi. Anlam değişmedi elbette ama artık gerçek anlamda bir Ata sözü değil, bir durum tarifi idi. Yüzyıllardır sevgiliye, sevilene (kadın, erkek, bayrak, vatan, bilim, sanat, spor…) duyulan o derin, o saf duygunun ifadesini bulduğu Arapça kökenli üç harflik sözcüğün, Aşk’ın saltanatının karşısında ‘Sevi’ çok yetersiz kaldı.
Evet sevgili dostlar; biz hayatın her alanında olduğu gibi dilde de arada sıkışmış bir nesiliz. Yine de galiba becerebildiğimiz şeylerden biri yenileri benimserken eskileri muhafaza etme zenginliğine sahip oluşumuz. Aslında bu yazıyı yazmak için masaya, sizlere; çocukluğumun Ayvalık’ındaki en heyecan uyandıran olaylardan birinden; ‘Panayır’dan ve ‘Üç Kardeşler Ölüm Üstüvanesi”nden söz etme niyetiyle oturdum. Ama dilin katmanları arasında küllenmiş ‘üstüvane’ sözcüğünü hatırlatmak ve açıklamak ihtiyacı, kendiliğinden yukarıdaki satırlara dönüştü.
Binaenaleyh, haftaya ‘Panayır’da buluşmak üzere.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder