16 Aralık 2011 Cuma

SESLER…


Yaradılışın bize verdiği en büyük amağanlardan biri; ‘duyularımız’dır. Onlarla hisseder, koklar, tadar, görür, işitiriz. Sadece algılarımızda değil, belleğimizde de onlara ait ayrı depolar vardır. Bazen; bazı uyarıcılar; duyularımıza dair bizi yaşanan andan koparıp geçmişe götürür. Bu yazıda olduğu gibi. Size bugün bu anılar deposundan, çocukluğumun Ayvalık’ındaki ‘sesler’i taşıyacacağım. Bazıları hayatın hızlı değişimi karşısında yenik düşmüş ve artık duyamayacağımız, bazıları ise hala var olmalarına karşın yine hayatın hızlı temposunun içinde duyduğumuz ama dinlemediğimiz sesler.
Bakın neleri yaşadık ve bakın neleri kaçırıyoruz: Koyu lacivert bir gökyüzünün altında sahildeki yürüyüşümüz boyunca bize eşlik eden, Şehir, Kulüp, Ferah, Yalı yazlık sinemalarından dışarıya taşan; Abdurrahman Palay ve Adalet Cimcoz’un Ayhan Işık ve Türkan Şoray’ın ağızlarından konuşan tanıdık sesleri. Cunda’daki esnaf ve balıkçıların; çeşitli takılmalar, şakalar ve ince bir mizahla yüklü, kim ne derse desin bu toprakların uzun, ortak geçmişinin mirası etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz hale gelmiş Türkçe ve Rumca bağrışmaları. Ayvalık Belediyesi’nin o dönemlerdeki iki otobüsünden (diğeri burunlu bir Chevrolet idi) biri olan İkarus’un; her viteste inleyerek, her gaz verilişinde ağır sigara tiryakileri gibi öksürerek, tangır tungur köşeden dönüşü. Mahalledeki annelerin akşam üzeri balkonlara çıkıp; ‘bak birazdan baban gelecek’ diye çocuklarını sokağın büyüsünden koparıp eve girmeye çağırırken birbirine karışan sesleri. Sıcak yaz günlarinde Ağustos ya da halk ağzında çok daha iyi ifadesini bulan haliyle ‘Cırcır’ böceklerinin benzersiz tıkırdamaları. Güneş dolu ağaçların sıcaklığı içinde kozalakların çıtır çıtır açılmaları.
Gündüz balıkçı motorlarının; arkasında sevgili babamın benzetmesiyle ‘usta bir terzinin atlas bir kumaşı makasla keser gibi’ iz bırakarak huzur veren patpalarıyla geçip gidişi. Aynı motorların koya attıkları ağa balıkları yönlendirmek için; teknenin ucunda yaktıkları fenerler yakamozlar gibi parlarken gece boyu düzenli aralarla tahtaya vurdukları takozların ritmik sesleri. Özellikle Perşembe sabahları balkonda oturup geçişlerini izlediğim, Sarmısaklı’dan pazara sebze-meyve götüren arabaların tekerleklerinin hışırtılı, at nallarının düzenli sesleri. Bekçilerin, mahalleden mahalleye gece boyu birbirleriyle zincirleme haberleşerek uzun soluklarla üfledikleri ve tercümesi; ‘biz buradayız, merak etmeyin, rahat uyuyun’ olan düdükleri.
Kışın en kara günlerinde Kaz dağları’ndan kopup, hayali bir canavarın kükremesi gibi kasabaya akan poyrazın uğuldaması. Kışın durakta otobüs beklerken sağda-solda oluşmuş küçük su birikintilerinin üzerindeki ince buz tabakasına basarken çıkan çıtırdamayı dinlemenin çocukça neşesi. Biraz sonra ya resmi bir duyuruyu ya da esnaftan ya da eşraftan kaybettiğimiz bir Ayvalıklı’nın anonsunu duyacağımızı haber veren, Belediye hoparlörünün o ilk açılma ve görevlinin mikrofona birkaç kere vurma sesi. Kasabamızın çeşitli yerlerindeki ilkokul  bahçelerinde, teneffüse çıkan çocukların o akılalmaz enerji ve neşe yüklü cıvıltıları. Ve benim en sevdiğim ve ne yazık ki artık yitirdiğimiz; yaz ortası öğleden sonralarındaki, sanki başka bir çağda, başka bir evrende yaşanıyormuş hissi veren o dingin, o mutlak sessizliğin sesi.
Ayvalık’ın, güzel Ayvalık’ımın yitik sesleri.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder