9 Aralık 2011 Cuma

BELLEK…


İnsanı tüm canlılardan ayıran en temel özelliklerden biri hiç kuşkusuz ‘araştırıcı zeka’sı. Çağların başından bu yana, evrene, uzaya, teknolojiye, var oluşa yönelik sınırsız bir merakla beslenen bu özelliğin, ne gariptir ki, en yetersiz kaldığı alanlardan biri insanın yine kendisi. Örneğin; beyin fonksiyonlarının, hangi yarım kürenin hangi işlevi yüklendiğinin, lobların neleri sakladığının araştırması ve bir ölçüye kadar tariflemesi yapılabiliyor da, bellek denilen o muhteşem kuyunun hangi derinliklere kadar uzandığı -en azından şimdilik- bilinemiyor. Yine insan tarafından geliştirilmiş bilgisayarların bellek haznesi, insan belleğinin biriktirme havuzunun yanında bir damladan ibaret. Bellek zenginliğimizi sadece ana hatlarıyla sıralamak bile bu büyük güç karşısında dehşete düşürüyor insanı.
Bebeklik anlarımızdan itibaren inşa etmeye başladığımız, içine doğduğumuz toplumun diliyle tariflenen bir kelime belleğimiz var. Buna; ilerideki yıllarda öğrendiğimiz diğer dillerin sözcükleri de ekleniyor. Eğitim süresince, yine hangi eğitimi ve ne koşullarda aldığımızla paralel, içinde matematiğin, coğrafyanın, tarihin, biyolojinin, fiziğin, kimyanın, müzjğin ve daha sıralayamayacağımız nice alanın biriktiği bir bilgi belleğimiz var. Hayatımız boyunca duyularımızla algıladığımız ve bunların sevdiğimiz ve sevmediğimiz izleri olan yansımalar var. Kokuları tanıyoruz, bir kanalizasyon kokusu ile bir gül kokusuna ve daha on binlerce kokuya dair değişmez izler var beynimizin bir yerlerinde.
Yine o mucize kıvrımların içinde; hiçbir elektronik arşivin kaldıramayacağı; milyarlarca fotoğraf duruyor. ‘Dilimin ucunda’ diye tariflediğimiz ve aslında saniyelerle bile tariflenemeyecek kadar kısa bir anda bizim kontrolümüzün dışında bir mekanizmanın akıl almaz bir hızla taradığı bulmaya, çıkarmaya çalıştığı bazen başarılı olup hatırladığımız, bazen gömüldüğü yerden hiç beklemediğimiz bir anda bir tetikleyicinin çıkarıp getirdiği isim ve yüz anılarımız var. Yine yaşadığımız deneyimlerin bizde bıraktığı, acı, hüzün, sevinç, mutluluk, korku, panik, kaygı, güven, güvensizlik, aşk, huzur, çatışma ve benzeri sayısız duygu belleğimiz var.
Renklere dair rengarenk bir belleğimiz var. Sevdiğimiz sanatçı, tür, parça ve enstrümanlar kombinasyonundan oluşan, en genel tanımıyla ‘müzik’ten tutun hayatımız boyunca çevremizi sarıp sarmalayan doğal ve yapay seslere dair tanıdığımız ne çok şey var. Çocukken ayağımıza dökülen sıcak suyun bıraktığı ve 50 yıl sonra bile olsa benzer bir olayda bizi alıp o ana götüren, iğne batmasından diş çekilmesine, başımızı bir masa köşesine çarpmaya, ayağımızın kırılmasına, doğum sancısından böbrek ağrısına, küçük ayak parmağımızın bir yatak kenarına çarpmasının verdiği iç cızlatan ağrıya ve daha akla gelen ve gelmeyen binlerce olaya dair, hem yaşandığı anın sızısını hem de daha önceleri yaşandıkları anların anılarını bir arada hissettiren bir acı belleğimiz var.
Bu sıralama böyle sürer gider. Daha eminim bu yazıyı yazarken benim belleğimin öne çıkarmadığı, hatırlanacak ne kadar çok şey vardır. İşte Hürses’teki bu yazılarıma başladığım günden bu yana, Ayvalık’a dair, yaşanmışlıkların biriktirdiği kişi, olay ve anıları belleğimin elverdiği ölçüde sizlere aktarmaya çalışıyorum. Örneğin bir sonraki yazımda sizlere; belki içinde yaşarken ayrımına varamadığınız ve belleklerinizin bir yerlerinde hatırlanmayı beklediğine inandığım ‘Ayvalık Sesleri’ni duyurmaya çalışacağım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder