Geçenlerde okuduğum bir haber beni; ‘bu kadar da olmaz, yahu neler oluyor, nereye gidiyoruz’ şaşkınlığına sürükledi. Kolesterol kontrolünün 9-10 yaşlarına kadar indiğini söylüyordu haber. Kolesterol. Hani biz, yani 60’lı yaşlardaki insanların senede en az bir kez kontrol ettirmesinde yarar görülen; o olmadan yaşayamayacağımız ama yaşam biçimi ve aldığımız gıdalarla doğrudan ilgili olarak, derecesi denetim altına alınmazsa damar sertlliğinden kalp krizine, yüksek tansiyondan böbrek yetmezliğine kadar birçok hastalığa neden olan o yağımsı madde. Bunun; çocuklarımızın içinde yaşadıkları şehir koşulları ve özellikle 1980’li yıllardan sonra ithal edilmiş beslenme alışkanlıkları ile doğrudan ilişkisi varmış. 9-10 yaşları. İnanabiliyor musunuz? Yani; bizim çocukluğumuzdaki su çiçeği, kabakulak, kızamık falan gibi olağan ve olması beklenen, çocuğa ve çocukluğa yönelik hastalıklar yerine ‘kolesterol kontrolü’ yaptırılan bir kuşak.
Ve nedeni ‘şehir koşulları’ ve ‘beslenme alışkanlıkları’. Doğrusu, ‘beslenmeme alışkanlıkları’ olsa gerek.
Önceki yazılarımdan birçoğunda; o günkü konuyla ilgili olarak parça parça yazdığım gibi ne kadar şanslı bir çocukluk dönemi geçirdiğimizi, bu ve benzeri haberlerle daha iyi anlıyorum.
Ne hormonlu gıda bilirdik ne genetiğiyle oynanmış besinler gibi bir derdimiz vardı. Ne çekirdeksiz karpuz gibi bir garabet peşindeydik ne evimize giren balık için acaba ‘deniz mi, çiftlik mi’ diye bir soru işaretimiz olurdu. Suyumuzu evdeki musluktan içerdik. Babalarımız tavuğumuzu kendisi yetiştirir, analarımız hamuru kendi elleriyle açardı. Şeftalimizi, mandalinamızı, domatesimizi bahçemizden elimizle koparır, bahçe musluğunda yıkayıp sularını akıta akıta, kokusu burnumuzu tadı ağzımızı doldurarak yerdik. Tepelerdeki ağaçların hepsini tanırdık çünkü birçoğu tırmandığımız, öğle sıcağında gölgesinde uyuduğumuz, vakti geldiğinde fıstıklarını toplayıp, ellerimize bulaşan reçineyi çıkarmak için çamurla ovalayıp deniz suyuyla yıkadığımız dostlarımızdı. Anneler Günü’nde, varsa kendi bahçemizden yoksa komşuların bahçelerinden kucak dolusu ve kendileri gibi kokan güller toplayıp getirirdik annelerimize. Ve dünyanın en değerli armağanını almış gibi kucaklar, öperlerdi bizi. Yaz günü denizden gelince kuyudan çektiğimiz buz gibi suyu birbirimize kova kova atarak insanı dirilten ürpertiler ve neşeli çığlıklar içinde duş yapardık. Oyuncaklarımızı satın almaz (çünkü satın alınacak oyuncak yoktu, olsa bile para öyle şeylere harcanamayacak kadar zor kazanılıyordu) kendimiz yapar, onunla da yetinmez, masraf ya da malzeme gerektirmeyen, sadece akıla ve hayal gücüne dayanan oyunlar icat ederdik.
Benim çoçuklarımın da geçmek zorunda olduğu işkencelerden biri olan; her gün okula gidebilmek için kış-kıyamet, sabahın saat altı buçuğunda servis bekleme ve sonrasında duman, hava kirliliği, sinir ve keşmekeşten oluşan trafiğin içinde bir buçuk-iki saat yol gitme gibi bir tecrübeyi hiç yaşamadık. Sünnette adı konulmamış bir gelenek olarak; ‘artık ekek oldun’ diye ağzımıza uzatılan sigaradan çekmemize izin verilen bir nefes sigarayı öksürükler ve öğürtüler içinde iade ederdik. Aynı yaşlardaki şimdinin çoçukları gibi okulumuzun önünde; bırakın sigarayı, uyuşturucu satmak için dolaşan sırtlanlar olması düşünülemezdi bile.
Her şeyi olduğu gibi ‘beslenme alışkanlıklarını’ da önünü sonunu düşünmeden ithal ettik. Zaman zaman eşimin pişirdiği ve aramızda adı hala ‘anne köftesi’ olan mis gibi kuru köfteden, ne idüğü belirsiz hamburgerlere, dondurulmuş besinlere, üç dakikada hazırlanan beş dakikada ayak üzeri tüketilen hazır gıdalara geçtik. İyi ettik. Ve şimdi… Haydi çocuklar kolesterol kontrolüne.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder