26 Kasım 2011 Cumartesi

MERHABA GENÇLER…


Kendilerinin hiç haberi olmasa da benim için önemli, delikanlılığımda ve ilk gençliğimde iz bırakan iki insan vardır. Engin Arman ve Yavuz Aydar. O yıllarda en genel tanımıyla ‘Batı Müziği’ türüne meraklı yaşıtlarımın da çok iyi hatırlayacaklarını tahmin ettiğim bu iki kişi; radyoda müzik programı yapımcıları idi. Sözünü ettiğim zamanlarda daha TRT (Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu) oluşmamıştı ve İstanbul Radyosu, Ankara Radyosu, İzmir Radyosu, Polis Radyosu gibi bağımsız kanallar şeklinde çalışıyorlardı. Henüz hayatımıza televizyon denilen illet de bulaşmamış olduğu için biz gençlerin ‘Batı Müziği’ne ulaşmamızın tek yolu radyolardaki bu programlardı. Besteleri, giyimleri, davranış biçimleri ile sadece müzik tarihinde değil, toplumsal yapıda da bir köşe taşı olan, kendilerinden sonra artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı Beatles’ı ve dönemin birçok toplululuğunu Engin Arman’ın programlarında tanıdık. Her gece, kendisini hiç görmediğimiz bu efsane yapımcının kadife sesiyle sunduğu şarkıcı ve toplulukların kanatlarına biner küçük kasabamızdaki küçük evlerimizden bugün artık çok küçülmüş olan koca bir dünyanın hayal ülkelerine uçardık.
Yavuz Aydar ise bambaşka bir alemdi. Evimizdeki Siemens marka radyoyu gece 11:00’e on kala açardık çünkü radyonun lambalarının ısınması ve yayını alabilmesi için en az on dakika geçmesi gerekirdi ve her gece saat tam 11:00’de Yavuz Aydar’ın ‘Stüdyo FM’ programı başlardı. Aynı radyo istasyonunda, aynı sunucunun aynı isimle sunduğu en uzun soluklu program olma özelliğiyle Guinness rekorlar kitabına giren Stüdyo FM bizi delikanlılığımızdan ileri yaşlarımıza kadar, tabiri caizse, sırtında taşıdı.
Avuç içi kadar bir cihaza binlerce şarkı yükleyebilen, bilgisayarlarına, cep telefonlarına istedikleri herhangi bir parçayı saniyeler içinde indirebilen şimdiki gençlerin anlayabilmelerinin pek mümkün olmadığı bir özlemimiz vardı bizlerin. Bir ‘pikap’ sahibi olabilmek. Ayvalık’ta plakçı olmadığı için arada bir minibüse atlar, Edremit’e gider, paramızın elverdiği ölçüde 45’lik ve çoook arada bir de ‘Uzun Çalar’ adıyla Türkçe’ye çok güzel bir şekilde çevrilmiş olan Long Play alırdık. Sonra makaralı teypler çıktı. Hemen arkasından ‘kaset’ dönemi geldi. Bu koşu, CD’lerle devam etti ve yaşarsak göreceğiz kimbilir nerelere doğru gidiyor. Ama bir plağı kadife bir bezle silerek pikabın üzerine yerleştirme, pikabın iğnesini özenle tutup plağın üzerine koyma ve kendi içinde mükemmel bile olsa benim için orijinalliğini bozmaktan başka hiçbir anlama gelmeyen dijital filtrelerden geçmeyen o saf, çağıl çağıl sesi dinleme keyfi her zaman kulağımızın bir yerinde kaldı.
Teknolojinin her alanında olduğu gibi müzikte de yeni çağın getirdiği olanakların adeta sıradanlaştığı günümüzde; geçen hafta Ankara’dan ziyaretimize gelen yeğenim Kaan Küce beni çok şaşırtan ve mutlu eden bir sürpriz yaparak bize bir pikap hediye etti. Kendisi farkında olmasa da aslında bana, bize verdiği armağan, gençliğimizdi. Nasıl da unutmuşuz, nasıl da hayatımızdan çıkıp gidivermiş o sesler.
Bu hafta; çoğunlukla yaptığım gibi; sizlere geçmişe dair bir şeyler yazma niyetiyle masaya oturduğumda 40 yıl öncesinden koşup geliverdi kelimeler. Ve bunları yazarken içerideki pikapta Beatles çalıyor. Engin Arman ve Yavuz Aydar’a gecikmiş teşekkürlerimi gönderiyor, bizim kuşaktan dostları da Cem Karaca’nın sahneye çıktığında o davudi sesiyle söylediği repliği ile selamlıyorum: “Merhaba gençler ve daima genç kalanlar!” 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder