Bundan yaklaşık 40 yıl önce, Merzifon’daki öğretmenliğim sırasında Ankara’ya gidip gelirken otobüsün mola verdiği Çorum’da ne yapar yapar, o kısacık mola süresinde Çorum’un Bakırcılar Çarşısı’na bir uğrardım. Bazıları eski taş yapı, bazıları ahşaptan sağlı sollu dükkanların ve işliklerin sıralandığı bir arastaydı burası. Dükkanlarda binlerce yıllık lonca geleneğinin usta-kalfa-çırak disipliniyle hala sürdürüldüğü Çarşı’da gürültü, tartışma, yüksek ses duyulmazdı. Hakim tek ses tahta mıhların ve çekiçlerin bakırın üzerindeki adeta kendi müziği olan biteviye (sürekli, ara vermeyen) tıkırtıları olurdu. O zamandan bu yana bir daha gitmek kısmet olmadı, kimbilir şimdi nasıldır. Acaba o köklü gelenek sürdürülüyor mudur, yoksa kapitalizmin ya da yanlış çağdaşlaşmanın dişlileri arasında o Çarşı da sesini yitirmiş midir?
Eskiden bir at arabası mesleği vardı örneğin. Hızla değişen talep-arz dengeleri bu mesleği de ortadan kaldırdı. Oysa at arabası sadece bir taşıma aracı değil, ustalarının elinde hayat bulan bir sanat idi. Onlar; arabanın kendisinden tekerleklerinin dengesine, dingilinden iş bittikten sonra iç dünyalarını kenarlarına yansıttıkları, her biri kendi çapında birer tablo olan resimlenmesine kadar hem marangoz hem ressam hem (adının bu olduğunun farkında olmasalar bile) bir mekanik ustaları idiler. Bu sanatın Ayvalık’taki son icracılarından Niyazi ağabey (Devirgen) ile yaptığımız sohbette, kuşaklardır bu işi yaptıklarını ama artık ihtiyaç olmadığı için testereyi, fırçayı rafa kaldırdığını söylemişti. Şimdi at arabaları da ‘turistik’ oldular. Güney’deki otellerin geniş bahçelerinin bir köşesinde aksesuar olarak, kimsenin farkında olmadığı ya da umursamadığı bir vakarla hayatın önlerinden gelip geçişini izliyorlar.
Aynen ayakkabı boyacılarının olduğu gibi. Çocukluğumdan bu yana çarşının girişinde kendilerini güneşe göre ayarlayıp sırtlarını bazen Ziraat Bankası’nın duvarına bazen karşı yakaya vererek sıralanmış oturan ve benim belleğimde Boyacı Arif’le simgeleşmiş boyacılarımız vardı. Her birinin önünde duran, kat kat sıralanmış, çeşitli renkleri barındıran küçük boya kaplarının altın gibi parladığı, bir çocuk masalındaki şatoların minyatür örnekleri gibi yükselen tezgahları onların birer prestij göstergesi gibiydi. Şimdi boyacılarımız yine var ama nedendir bilinmez artık ne tezgahlarda, ne boyalarda ne ayakkabılarda o ‘pırıltı’ yok gibi geliyor insana. Bu arada; o muhteşem tezgahlar da artık ‘turistik’ oldu. Yine lüks otellerin lobilerinde; sanki orijinali öyleymişçesine, sanki bizim ulusal karakterimizi yansıtıyormuşçasına garip, şalvarlı, kuşaklı, folklorik olma özentisinde giysileriyle otelin ‘resmi’ boyacıları turistlerin oryantal keyiflerini artırmak için ayakkabılarını boyuyorlar. Tabii ‘her şey dahil’ fiyata bu sözüm ona egzotik hizmet de giriyor.
Ne yazık ki bu küçük örneklerde olduğu gibi, yarın kaygısı dünü elimizden aldı. Ama yine de geriye, hatırlayanlar ve hiç değilse anılarına sahip çıkmak isteyenler için daha anlatacak çok şey kaldı. Yorgancılar, kalaycılar, bohçacılar, kolonyacılar, arzuhalciler, çamaşırcılar, macuncular, bileyciler, iğneciler sıralarını bekliyorlar. Biz bunları yaşadık, bizde her birinin ayrı bir anısı, ayrı bir tadı, ayrı bir izi, ayrı bir kokusu var. Aynı Çorum’un ‘Leblebiciler Çarşısı’ndan bütün kente yayılan o benzersiz kavrulma kokusu gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder