3 Eylül 2011 Cumartesi

NEREDEYİZ…


Şu kısacık ömrümüzde; bırakın kendi yaşamlarımızdaki iniş çıkışları, global boyutta nelere tanık olduk, oluyoruz. Orta Doğu paramparça. Afrika yanıyor. Terör; ülke, din, ulus tanımaksızın her geçen gün kara bir tsunami gibi kabarıp önüne geleni yıkıyor. SSCB dağıldı. Almanyalar’ı birbirinden ayıran duvar yıkıldı. Yugoslavya parçalanıp 7 yavru ülke ortaya çıktı. Arnavutluk’ta sistem çöktü. Balkan’lar’daki sınır coğrafyası değişti. Romanya’da hanedan ortadan kalktı.
Belki de bulunduğumuz coğrafyanın tetiklediği düşüncelerle yüklü olarak Macaristan’ın başkentine veda ediyor ve yine Orta Avrupa’daki parçalanmalardan birinin taraflarından olan Slovakya’ya doğru yola düşüyoruz. Bazı devlet büyüklerimiz bizi neye ikna etmeye, ne yöne doğru yöneltmeye çalışırlarsa çalışsınlar bir ülkenin refah düzeyi ile nüfus yoğunluğunun doğrudan ilgisi var. Slovakya hepi topu 50 bin kilometre karelik ve 5 buçuk milyonluk bir ülke. Başkenti Bratislava’nın nüfusu 425 bin. Daha 1993 yılında yani 18 yıl önce bağımsız bir cumhuriyet olarak kurulmuş olmalarına karşın Avrupa Birliği’ne kabul edilmiş bile. Okuma-yazma oranı % 99. Kişi başına düşen yıllık gelir 12 bin 500 dolar. İnsanlar gülümsüyorlar. Mutlular ve bunu yansıtıyorlar. 3-4 saat kadar kaldığımız bu şirin ülkeden sıcacık anılarla ayrıldık. Avusturya sınırına kadar bütün yol boyunca kilometrelerce uzanan rüzgar enerjisi tribünlerini ve ülke boyunca bir karışı bile boş bırakılmamış tarlaları, bağları, meyve bahçelerini gördük. Aynı manzara Avusturya ve Çek Cumhuriyeti’nde de devam etti.
Ve bir öğlen vakti, yakın tarihte Avrupa’nın en köklü imparatorluklarından birine yaptığı başkentlik misyonunu hala sürdüren Viyana’ya vardık. Bratislava; 18 yaşının bütün iyimserliğini, neşesini, sıcaklığını yansıtan bir genç kız ise, Viyana -eşimin tanımıyla- duruşunda, görünüşünde ve tavırlarında, tarihin, müziğin, resimin, kültürün, mimarinin resmedildiği aristokrat bir kadın. Daha önceki seyahatlerimizde birçok Avrupa başkentini gezmiş olmamıza karşın, çocukluğumuzdan bu yana duyduğumuz ve, ‘Batı’nın bütün değerleriyle  özdeşleşen ‘Avrupai’ sıfatının ne anlama geldiğini ilk kez Viyana’da gerçek anlamıyla gördük. Viyana’yı yaşayarak gezmeye ömür, anlatmaya kalem yetmez. Orada kaldığımız süre boyunca, arada bir isyan eden ayaklarımızı dinlendirmek için verdiğimiz kısa molaların dışında aralıksız yürüdük. Başta Opera Binası olmak üzere kentin hemen her köşesinde karşımıza çıkan saraylarıyla, gotik ve rokoko yapılarıyla büyülendik. Kentin toplam alanının % 30’unu oluşturduğunu öğrendiğimiz parklarında soluklandık. UNESCO tarafından Avrupa’daki ‘yaşam kalitesi en yüksek başkent’ seçilmesinin ardındaki gerçeği gördük. Bu koşullarda yaşama anlayışının nasıl bir duygu olduğunu pek bilemediğimiz için; otelimize dönmek için tramvay beklerken seferlerin iptal edildiğini duymak bizi çok şaşırttı. Nedenini anlamaya çalışırken imdadımıza gelen, şehrin en gözde meydanlarından birinde büfesi olan bir Türk yurttaş; ‘Ağabey, yarım saat bekleyin, tekrar açılır. Yine biri tramvayın önüne atmış kendini, bunlar böyle zaten her hafta bir-iki tanesi intihar eder.’ saptamasını duymak bizi iyice iç hesaplaşmalara itti. Görgü, bilgi ve duygu olarak iniş-çıkışlarla dolu olan yolculuğumuzun son durağı olan Çek Cumhuriyeti’ne doğru yola koyulduk.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder