Derviş Mehmet Zılli ismi birçoğunuza hiçbir şey ifade etmez sanırım. Ama bilinen lakabıyla Evliya Çelebi desem ne kadar tanıdık, ne kadar bizden gelir. Ölümsüz eseri ‘Seyahatname’sinin giriş kısmında öyküsünün başlayışını kendi diliyle şöyle anlatır. Bir gece rüyasında Hazreti Muhammed’i görür. "Şefaat ya Resulallah" diyecekken, şaşırıp "Seyahat ya Resulallah" der. Böylece İstanbul’dan başlayan 50 yıllık seyahatle dolu bir ömür sürer. Ve bu uzun yolculuğu, geride; tanıtıcı, bilgilendirici, eğlendirici, şiir ve öykülerle süslü bir başyapıt bırakarak 1682 yılında yine İstanbul’da sona erer. Evliya Çelebi, aslında, ulusumuza özgü ‘göçebe-göçmen’ karakterinin ete kemiğe bürünmüş halidir. Bizler her ne kadar 1000 yıla yakındır bu topraklarda yerleşik isek de kanımızda daima bir ‘gitme, gezme, görme’ heyecanı vardır.
Ben kardeşiniz de işimin gerektirdiği ya da kişisel olarak olanaklarımın elverdiği ölçüde gezerim, görürüm, öğrenirim. Bazen aynı yerlere birkaç yıl arayla tekrar gider, arada geçen zamanda ulusların, coğrafyanın, sosyolojinin ne ölçüde ve nereye doğru değişiyor olduğunu gözlemlemeye ve bunları paylaşmaya çalışırım. Bu gözlemler yıllar içinde Türkiyemiz’in çok farklı yörelerinden Balkanlar’a ve Avrupa’ya kadar uzandı. Son olarak eşimle birlikte, geçtiğimiz ay, eski Doğu Bloku üyelerinden bazılarını da kapsayan 4 ülkeyi ziyaret ettik. Macaristan, Slovakya, Avusturya ve Çek Cumhuriyeti.
Yolculuğumuzun ilk durağı Macaristan’ın başkenti Budapeşte idi. Kente varınca, otobüsle yarım saat tırmandıktan sonra 147 basamakla çıktığımız Gallert tepesinde, aşağıdaki ovaya yayılmış bütün kenti kanatlarının altında korumaya almış gibi duran muhteşem melek heykelinden ve Balıkçılar Burcu’ndan, ‘Şanı büyük Osman paşa’nın torunları olarak; destanlarımızda, türkülerimizde yer alan ve kenti Buda ve Peşte diye ikiye ayıran o görkemli
Tuna nehrini seyrettik.
Sıcak kanlı halkıyla bir arada olduk. Başta Kraliyet Sarayı olmak üzere muhteşem saraylarını ve imparatorluk mirası yapılarını gördük. Eski dönemin görkemli bir anısı olan akıl almaz genişlikteki ‘Kahramanlar Meydanı’nda, 36 metre yüksekliğinde bir sütunun üzerindeki Cebrail heykeli bizi büyüledi. Başlı başına bir mimari harika olan ‘Zincirli Köprü’den geçtik. El sanatlarına hayran olduk. Alışveriş ve yaşam alanı olan Vasi Ucta’da tanıdık bir Beyoğlu havasını soluduk.
Ve ne yazık ki değişimi de gördük. Zenginliği, yoksulluğu gördük. Birçok eski Doğu Bloku ülkesinde günlük bir alışkanlık olan kitap okuma, yerini cep telefonu kültürüne bırakmıştı. Körfez Savaşı sırasında Amerika’nın taarruz araçlarından biri olarak geliştirilen ama sonraları (bizim ülkemiz de dahil olmak üzere) varsıllığın şımarık bir göstergesi olarak kullanılan Hummer jipinin neredeyse 30 metrelik limuzin halini de gördük. Evsizleri de çöp kutularını karıştıran insanları da gördük. Ve karışık duygular içinde Slovakya’ya doğru yolumuza devam ettik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder