2 Temmuz 2011 Cumartesi

MASUMİYET ÇAĞI...


Bu köşenin okurları geçen haftaki yazımda mahalle ve okul arkadaşlıklarımızdan söz ettiğimi hatırlarlar. Öte yandan hepimizin ortak bir arkadaşı daha vardı. Doğduğumuz andan itibaren benimsediğimiz, sevdamızın hiç tükenmediği engin bir dost: Deniz! Günümüzün neredeyse 6-7 saati bu dostumuzun kollarında geçerdi. Nasıl her yaz geldiğinde evlerde hummalı bir faaliyet başlar, kışlıklar naftalinlenip kaldırılır, yazlıklar çıkarılırsa bizim mahallenin çocuklarının da ritüel halini almış bir ‘yaz hazırlığı’ olurdu.
Biz; özellikle son onlu yıllarda birçok ithal kavram gibi hayatımıza giren otomatik, 30-40 metreye uzanan oltaları bilmezdik. Oyuncaklarımızın çoğunu olduğu gibi av aletlerimizi de kendimiz yapardık. Yaz başında ilk iş olarak; hepsini sevgiyle andığım, Dinçer (Demirli), Bülent (Şentay), Salih (Ezer), Sabri (İskit), Sinan (Akıncı) ve bendenizden oluşan mahallenin bıçkınları (!) Sarımsaklı’ya kadar yürürdük. Çünkü en iyi kargılar, bugünkü şehir görünümünden çok uzak olan o günlerin Sarımsaklı’sında, yol kenarlarında kendiliğinden biterdi. Üçer beşer keser ve yüklenip mahalleye dönerdik. O kargılar özenle temizlenirdi. Sonra Ayvalık halinde, çeşmenin hemen karşısında daracık bir yer işgal eden balıkçılık malzemeleri dükkanından, çeşit çeşit olta iğnesi, misina, küçük kurşunlar alınır ve kargıların hazırlığı bitirilirdi. Artık geriye, bir yaz boyu her gün ya Kapri’ye doğru uzanan kayalıklarda ya da Çamlığa doğru belimize kadar girdiğimiz suda geçirilecek saatler kalırdı. Akşam üzeri, sanki fethedilmiş ülkelerden dönerken açılan sancaklar gibi misinamıza dizdiğimiz ısparoz, sarpa, arada bir karagözden oluşan gündelik hasılatla mahalleye girerdik. Bizi en yürekten karşılayan topluluk, yine ve ne güzel ki, çocukluğumuzun ayrılmaz bir başka parçası olan mahallenin kedileri olurdu.
Gün içinde karnımız acıktığında çözümümüz, küçük bir ateş üzerine atılan bir teneke parçasında pişirdiğimiz, bütün sahil boyunca bizi bekleyen, elimizi atıp topladığımız midyeler, özene bezene temizlediğimiz karadikenler (çok ilerde, büyüyünce bunun isminin deniz kestanesi olduğunu öğrenmiş bir türlü ısınamamıştım, benim için karadiken hala kendini çok iyi anlatan bir isim) olurdu. Kaçınılmaz olarak, ‘yaramazdık’. Rahmetli Ali beyin göz alabildiğine uzanan bakla tarlası, rahmetli Mehmet Süner’in inanılmaz çeşitlilikteki meyve bahçesi, Çadır Pansiyon’un önünde, deniz kenarında büyüyen iğde ağaçları kendilerine çok çektirdiğimiz, çekim merkezlerimizdi.
Galiba çocukluğun en güzel yanlarından biri, o dönemi yaşarken ismini koyamasak da, ‘sorumsuzluk’tu. Ya da bizim çocukluğumuzda böyleydi. Çünkü benim çocuklarımın, çocukluklarından bu yana (şimdilerde 30’lu yaşlardalar) daha ilkokul birinci sınıftan itibaren ilerideki sınavlara doğru bir koşuşturmanın içine giriyorlar. Sonra da birileri geliyor ve o sınavları ne hale getiriyor biliyoruz. Umarım, Ayvalık’ta yaşayan bugünün çocukları, ülkenin bu kaç-göç ortamında, ileride kendi çocuklarına aktarabilecekleri benzer bir çocukluk yaşıyorlardır.    

1 yorum:

  1. Bu sadece Ayvalık'a özgü bir çocukluk değildi ki.. O yıllarda çocukluklarını yaşayan bizler hep böyle mutlu, hep böyle keyifli yıllar geçirdik. Bizim denizimiz yoktu ama... 5 taş, birdirbir, saklambaç ve o meyve bahçeleri aaahhh o meyve bahçelerinde geçerdi zamanımız. Sevgiyle andığım yıllar.

    YanıtlaSil